bookmate game
tr
Aziz Nesin

Sizin Memlekette Eşek Yok Mu?

Notify me when the book’s added
To read this book, upload an EPUB or FB2 file to Bookmate. How do I upload a book?
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    BİR ÇOCUĞUN SORUSU
    • Baba!
    • Evet oğlum.
    • Dün gece uyuyamadım hiç...
    • Neden oğlum?
    • Varsayımlar kurdum,
    Düşünüp durdum.
    • Düşünmenin yararı var.
    Ama değil insanın uykusu kaçacak kadar. Herşeyin bir kararı olmalı, Her konuda olmalısın orta karar. Herşey gibi düşünmenin de, Azı karar, çoğu zarar! Filesoflar demişler ki: "însan düşünen hayvan!" Neydi uykunu kaçıran?
    - Din öğretmenimiz demişti ki derste
    Müslümanlar ölürse savaşta,
    Şehit olurmuş.
    Şehitler giderken cennete,
    Düşmanları da doğru cehenneme!
    -Öyledir elbette!
    Yaralanıp da ölmezse gazi,
    Ölürse şehit!
    • Yani Müslümansa insan,
    Ölse de kazançlı, ölmese de...
    • Ona ne şüphe!
    • Ben de bunu düşündüm dün gece.
    Iraklılar da Müslüman, Türkler de...
    • Evet oğlum, elhamdülillah...
    • Allah allah!..
    • Ne var bunda şaşacak?
    • Körfez'de savaş oldu ya,
    Türkiye'den kalkan uçaklar
    154
    Iraklının tepesine indi.
    Türk askerleriyle Irak askerleri,
    Savaşsalar ne olacaktı?
    Hangisi şehit olup
    Gidecekti cennete?
    Iraklı mı, Türk mü?
    işte bunu düşündüm bütün gece.
    - Bu da ne demek?
    Hiçbir zaman,
    Savaşmaz iki Müslüman.
    -Ya Kuveyt'le Irak?
    Ya Irak'la Iran?
    işte hepsi de Müslüman.
    Her iki yandan
    Öldü onbinlerce insan...
    Hangisi gitti cennete*
    Hangisi cehenneme?
    - Sus! Tövbe de...
    Benim de karıştırdın kafamı. Düşün dedikse değil o kadar... Herşeyin bir sının var.
    Dedim ya, aşırısı zarar...
    • Ama merak ediyorum,
    Cennete hangisi gidecek?
    • Sus ulan eşek oğlu eşek!
    O senin cennet dediğin yer,
    İnönü stadyumu değil...
    Cennet, Allah'ın bahçesi,
    Ne başı var, ne sonu.
    Alır içine bütün Müslümanları, Yeter ki şehit olup aksın kanları.
    - Baba, ama insan...
    -Sus dedim,ulan!..
    Başlanm babanın şarap çanağından! Düşün oğlum dedik de haltettik. Boşuna mı demiş
    atalanmız: "Düşün düşün, boktur işin!"
    155
    Cennete kim girecekmiş! Bırak giren girsin, çıkan çıksın, iranlısı Turanlısı, Kuveytlisi Iraklısı... Yeter ki Müslüman olsun!
    Mülheim (Hotel Friederike-14) 23 Şubat 1991
    • Ama baba...
    • Sus dedim, şimdi patlatırım.
    Bana akıl ver Allahım...
    • Peki, hangisi girecek cennete?
    • Sus ulan oğlum, sus!
    Sana mı kaldı karışmak,
    Yüce Allah'ın işine?
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    "ATA'M İZİNDEYİZ!"
    Atam, hâlâ yaşıyorsak: Edepsizlik sayesinde! Altı oku soruyorsan, Politika dehlizinde!
    Hele partin senden sonra, Devrimlerin tavizinde! Vasfedeyim halimizi, Kalemime ver izin de!
    Yobazlarla gericiler, Onlar bizden daha zinde! "Atam, Atam..." derler ama Bir adınız var sizin de...
    Halkçılıkla devletçilik: Anlatamam, çok hazin de. Çoktanberi sahteciler, Ağır çeker her vezinde!
    Tek umut var, o da yalnız, Amerikan dövizinde!
    Sorma Ata'm, halımızı, Hal mi kaldı anlatacak., îşte geldik dizindeyiz! Yata yata çok yorulduk, Tatil yaptık, izindeyiz!
    Sanayide henüz daha, Cafer için lazım diye, Amerikan bezindeyiz! Geçeceğiz Avrupa'yı Ama şimdi izindeyiz!
    ***
    Hocamız var, hacımız var, Uçan kuşa borcumuz var, El oğlunun ağzındayız! Ama bizi zor bulurlar, Bahar, yaz, kış izindeyiz!
    Evet, doğru söylemişsin: "Türk milleti çalışkandır!" Biz de senin tezindeyiz! Dinlenmekten yorulduk da, Onun için izindeyiz!
    Zinde kuvvet diye söz var, Kimse bilmez adresini, Ah zindeyiz, vah zindeyiz! Bugün değil, bu yıl değil, Çoktan beri izindeyiz!
    ilerledik Ata'm öyle, Şimdi görsen tanımazsın: Amerikan tarzındayız! Araşan da bulamazsın, Otuz yıldır izindeyiz!
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    KAZAN TÖRENİ
    Biri-B uyurun efendim, rica ederim, böyle buyurun! Bizim gazetecilere karşı son derecede şeyimiz vardır. Yaaa...
    Başka biri-Tebrik ederim beyefendi.
    Ikincisi-Teşekkür ederim. Ama anlayamadım, neyi tebrik ediyorsunuz?
    Başka biri-Yeni kazanınızı...
    • Haaaa... Evet, evet... Kazanı değil mi? Kazansız olmuyor be yefendi... Kazan çok mühim...
    • Büfeye buyursanıza... Bir aperatif... Vali Bey de teşrif edecek ler. Neredeyse, bir yerden çıkar gelirler.
    Üçüncü-Zâhâl'mizle bir yerden tanışıyoruz, ama nereden?
    Başka üçüncü? Simanız bana da hiç yabancı gelmiyor. Sizi bir yerden gözüm ısırıyor.
    Durun bakayım, siz mezbahaya yeni yapılan kapının açılış törenine teşrif etmiş miydiniz?
    • Maalesef... Efendim, törenleri aynı güne getiriyorlar, yetişe miyoruz. Bendeniz o gün, cam fabrikasına yeni bir baca ilavesi dolayısıyle yapılan törene gitmiştim.
    • Ah beyefendi, ben o törene maalesef gelemedim. Arkadaşlar söylediler, bir Çerkestavuğu varmış, anlata anlata bitiremediler. Efendim, insan her tarafa birden yetişemiyor.
    • Durun, durun... Sizi şimdi çıkardım, siz Japonya'dan satın alı nan geminin...
    • Tamam, geminin davetine gelmiştim. Ben de sizi hatırladım.
    Hatta o gün hep kremalı turta yiyordunuz da, dikkatimi çekmişti niz.• Evet, evet... Pek severim kremalı turtayı. Efendim, daha evvel şeydeki ziyafette biraz fazlaca kaçırdığımdan, o canım etlere el sü remedim.
    Daha başka biri-Bu koydukları ne kazanıymış? Daha daha başka im-Vallahi bilmem...
    Kazan işte... Çamaşır kazanı değil herhalde...
    140
    • Üzerinize afiyet, midemden çok muztaribim. Hazımsızlık baş
    ladı...
    • Bendeniz de öyleyim beyefendi. Son zamanlarda herkes mi desinden şikayetçi. Sari bir hastalık oldu. Ben yanımda karbonat taşıyorum. İsterseniz bir avuç vereyim, yutun.
    • Ah, teşekkür ederim. Bundan sonra öyle yapmalı. Ben de ya nımda bulundurayım. Öö-Ööööö...
    • Yaradı beyefendi... Geğirmek iyidir.
    • Öö-Ööööö-Üüüüü... Aman hindi kızartması pek nefis olmuş.
    Buyursanıza!...
    • Teşekkür ederim, ben börekleri tercih ederim.
    İçlerinden biri-Buşişman zat kim?
    İçlerindenöbürâ'-Hangisi? Viski içen mi?
    • Hayır öbürü.
    • Hani muzu ısırıyor, o mu?
    • Öteki...
    • Soğuk et yiyor hani?...
    • Onun arkasında, elini mayonezli levreğe uzatmış...
    • Haaa... Bilmem, hep görürüm ama...
    Bir adam-Maksat tören mören değil... Bütün bu ziyafetler filan hep görüşmemize vesile...
    Adamın foiri-Tabii, ona ne şüphe... Bu ziyafetler de olmasa, gö-rüşemeyeceğiz vallahi...
    Efendim, eskiden, bendeniz çocukken, peder merhum, bendenizi elimden tutar, her gün bir tekkeye götürürdü. Pazartesileri Üsküdar'a bir Rufai dergâhına giderdik. Sah günleri Kasımpaşa'daki Nakş-i bendî tekkesine, çarşambaları, Çü-rüklük'teki Kadiri tekkesine, Perşembeleri, Mevlânakapı'daki Mevlevîhaneye... Her Allanın günü bir tekkeye... Evet, evet... Biz de öyle... Orada lokma ederdik. Gani gani yemekler... Bakır siniler dolar, dolar boşalırdı.
    • Maksat yemek değil, muhabbet..
    • Elbetteee... Ciğerden almıyorsunuz...
    • Bendeniz dolmaya bayılırım da... Güzel de yapmışlar.
    • Burası ne fabrikası beyefendi?
    • Vallahi iyice bilemiyorum ama, galiba... makinelere filan ba kılırsa, bir makine fabrikası olacak.
    • Maşallah çok büyük bir fabrika...
    141
    • Efendim, ne de olsa medeniyet ilerliyor tabii... Tavsiye ede rim, uskumru dolmaları pek güzel...
    • Mersi. Buradan çıkınca şeydeki törene gideceğim de..
    • O zamana kadar hazmolur beyefendi. Tören mi dediniz? Ben de geleyim bari...
    • Aaaaa... Tabii... Buyurun...
    • Efendim, insan takip edemiyor, bazı törenleri kaçırıyoruz ne de olsa...
    • Maalesef... Geçenlerde gazeteler, Amerika bize atom tesisatı ve recekmiş diye yazdı. Sakın burası yeni atom fabrikamız olmasın...
    • Şurada kazan mazan diye laf ediyorlar.
    - Kazanmalı, kazanmalı beyefendi, çalışıp kazanmak lazım.
    Bir mjöAz-Kurdela kesilmeyecek mi?
    Başka bir insan-\&\i Beyefendiyi bekliyorlar.
    • Bu fabrikanın sahibi kim beyefendi?
    • Amerikalıların olacak...
    • Hiç zannetmem. Amerikalılar böyle ziyafet miyafet vermezler adama... Fabrika bizim olmasına bizim ya, acaba Tekel Idaresi'nin mi, Sular Idaresi'nin mi?
    • Amma yaptınız. Fabrikada su yapılır mı? Ne fabrikası burası?
    • Kazan fabrikası...
    • Öyleyse Tekel'indir. Herhalde rakı kazanları... Şu adamı her törende görürüm.
    • Şu baştakiler kim?...
    • Davetli mebuslar... Yarın şeydeki açılış törenine gelmiyor mu sunuz?
    • Tabii... Gitmesem ayıp olur. Bademler bayat, farkında mısı nız?
    Bir^/-Memleketin kalkınması her şeyden evvel fabrikalara dayanır birader...
    İkinci biri- Keşke her gün bir fabrika açılsa... İstakozlar pek güzelmiş... .
    • Siz İstakozu, dünkü törende verilen ziyafette yiyecektiniz. Bu küçük kim? Mahdum mu? Allah bağışlasın.
    • Cümleninkini...
    • Al oğlum, bak elma mı istersin, portakal mı? Pasta mı? Al yavrum...
    142
    • Şişşşt!.. Beyefendi geldi...
    -Kim o?
    • Bilmem... Fabrikanın sahibi galiba... Yoksa Bakan mı?
    • Umum müdür olmasın... Şey... Bendeniz zatiâlinizi bu kadar zamandır tanırım, her törende, her şölende buluşuruz da, sorması ayıp olmasın ama, zatiâlinizin ne iş yaptığını bilmem...
    • Bendeniz mi?... Şey... Beyefendi açış nutkuna başlıyor gali ba...
    - Muhterem vatandaşlar!.. Bugün (çatal bıçak sesleri) açılış törenini yaptığımız Tezgâhtarağa Elektrik santralımızın dördüncü kazanının yerine konması münasebetiyle, hepinizi tebrik ederim. Bu kazanı, Amerika'dan hiçbir yardım görmeden, kendi kendimize yerine koyduk. Macar milli takımını 3-1
    yenen azmimiz, enerjimiz, heyecanımız burda da kendini göstermiş, kazanın tam ocağın üstüne konulmasında, üç Amerikalı mütehassıs, iki mühendis, dört ustabaşından başka hiçbir yabancı kuvvete lüzum gösterilmeksi-zin, kazan-ı mezkûr, mahall-i mahsusuna kendi kuvvetlerimiz tarafından vazedilmiştir.
    Ancak kazan yerine konulduktan sonra, içindeki suyun bitürlü kaynamadığının sebebi araştırılınca, ocağın altı metre kadar kazandan geride kaldığı görülmüştür. Kazan ağır olduğundan, altına ayrı bir ocak yapılmasına teknisyenler lüzum görmüşlerdir. Bu kazan, Yakın Doğu, Orta Doğu ve Balkanların en büyük kazanıdır. Aynı zamanda kalaylıdır ve bakırdır. Kalaylı ve bakır olmakla beraber yalnız iki yerinden deliği olup, bu delikler, hiçbir Amerikan yardımına lüzum görülmeden kendi tarafımızdan üstüpü, eczalı pamuk ve kara sakızla tıkanmıştır. Deliklerden akan sular kazanın altındaki ocağı söndürmeyecek kadar cüz'i bir hale getirilmiştir. Eğer Terkos sulan kesilmemiş olsaydı, şimdi gözünüzün önünde, tecrübesini yapardık.
    Bu kazan, Kabakçı Mustafa isyanında Yeniçerilerin kaldırdığı kazan olup, oradan Sadrazam Kırkayak Halil Paşa'nın konağına götürülmüş ve bu konakta uzun zaman aşure kazanı olarak kullanılmıştır. Sonradan yandan çarklı araba vapurunun kazanı olarak uzun yıllar vazife görmüştür. Kazanın dokuz kulpu vardır. Biz ona yeni bir kulp uydurarak fabrikaya koyduk. Bu kazanın...
    Öi'raı-Birader, bu kazan uzun sürer, ben gidiyorum.
    143
    Başka biri-Ben de... Yann şeydeki törende buluşalım.
    • Olur, eyvallah...
    • Güle güle...
    • Bu kazan...
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    DU BAKALI N'OLECAK
    Boğaziçi'nin Karadeniz Boğazına yakın Anadolu yakasında, denizkıyısı üstünde bir çayevi... O çayevinin hemen bütün müşterileri, hep o semtin insanları olduklarından ve oraya sıksık geldiklerinden birbirlerini tanırlar. Çoğu da emeklidir. Emekli olunca konuşmaları doğal olarak çoğunlukla geçim sıkıntısı, pahalılık, sürekli zamlar ve benzeri konular üstüne oluyor.
    O sabah da yine her zamanki gibi önce ev dertlerinden başlayıp ülkenin sorunlarından konuşmaya geçtiler. Hükümet enflasyonu yüzdeotuzda tutacağına sözvermişti, oysa yüzdesekseni buldu. Yüzdeseksen, ha? Peki, ne olacak? Alamanya'ya Avustralya'lara işçi gönderdik, yine yetmedi. Şimdi de Sovyetler Birliği'ne işçi gönderilecekmiş. Gitmeye istekli işçiler öyle yığılmışlar ki, sıra kapmak için birbirlerini ezmişler. Allah Allah!... Yahu, komünist Rusya'ya bile işçi gönderecekler ha? Paranın komünisti, faşisti, dini imanı olur mu arkadaş, para paradır, gelsin de nerden gelirse gelsin. Ben komünistin parasını alıp cami yaptırdıktan, kuran kursu açtıktan sonra bir günahı yok ki... Üstelik sevabı bile var.
    Peki, bunun sonu nereye varacak birader? Allah sonumuzu hay-reylesin!
    Efendim, memleketin bütün geliri, aldığımız dış borçların yıllık faizini ödemeye bile yetmiyormuş. Deme yahu... Amerika'dan aldığımız borçlarla, salt eski borçların faizini bile zor ödüyormuşuz. Allah Allah... Bu gidişin sonu nereye varır dostum?
    Ayemef diye uluslararası bir kuruluş var ya hani... Evet, işte o uluslararası para fonu mu ne... Uluslararası demek, ne demek? A-merika demek... İşte bizim kendi memleketimizde nereye ne yapacağımıza, neyi nasıl yapacağımıza, fabrikamıza, limanımıza, yolumuza, her şeyimize, herbişeyimize işte o karar verirmiş... Yok yahu... Bak bunu bilmiyordum... Peki, bu böyle giderse ne olur...
    Her gün, her akşam hep bu konular konuşulur... Her konuşmada aynı sözlere şaşarlar! Yok yahu!.. Allah allah!..
    133
    Çayevindeki emekliler birbirlerine hep yanıtsız kalacak aynı soruyu sorarlar:
    • Peki, n'olacak böyle? Bekleyelim görelim. Bakalım, n'olacak?• Bunun sonu nereye varır böyle? Hep merak ediyoruz. Dur ba kalım, n'olacak?
    • Bu gidişin sonu nereye varır? Hayırlısı... Dur bakalım, n'ola cak?
    O sabah da yine hiç bıkıp usanılmadan aynı konular konuşuldu ve çayevindeki herkes birbirine "Dur bakalım, n'olacak?
    O sabah da yine hiç bıkıp usanılmadan aynı konular konuşuldu ve çayevindeki herkes birbirine "Dur bakalım, n'olacak?" dedi.
    Gün görmüş, dönem geçirmiş, eski Tophane Askeri Sanayi Mektebi'nden yetmişe, yetmişini çok aşkın bir eski işçi emeklisi,
    - Dur bakalım, n'olacak deyip duruyorsunuz da, bana bir akra bamızın başına gelenleri anımsattınız... dedi.
    Başlar ona yöneldi. Akrabasının başına geleni merakla sordular. Bu ilgiyi bekleyen işçi emeklisi de şöyle anlattı.
    Hani hükümetimiz darda kalıp dünya cenneti Boğaziçi'nin en güzel tepelerini, korularını, yerlerini petrol zengini Araplara satıyordu ya... îşte o sıra bir Arap zengini çıktı ortaya, Şeyh mi, prens mi, yoksa hepsi birden mi, öyle bişey... Adı da Ebul-Fatık El-Mış-kî. Boğaziçi'nin seyrine doyum olmaz tepelerinden birini bişey yaptıracak. Derken bu Ebul-Fatık, bir Türk kızıyla evlenme sevdasına düşmüş. Hangi Türk kızı olduğu belli değil, yeter ki Türk kızı olsun... Elbet Arap ölçülerinde güzel de olacak.
    Ebul-Fatık için satın alacağı tepeyi arayıp bulan komisyoncular, bu kez de ona kız aramaya başlamışlar. Ebul-Fatık'ın kızda aradığı koşullar var: Genç olacak, güzel olacak, kızoğlankız ve eline erkek eli değmemiş olacak ve gayetle saf olacak. Bu zamanda İstanbul'da böyle kız bulmak kolay mı? Ebul-Fatık'da para çook, ille de aradığını bulacak. Aracılar, ısmarlanan kızı araya dursunlar, E-bul-Fatık da biyandan çatpat Türkçe öğreniyorki, evleneceği kızla "Yat, kalk, uzan, dön" falan filan gibi kendisine gerekli olan bikaç söz konuşabilsin.
    Ebul-Fatık'a çok kız göstermişler. Arap hinoğluhin, öyle her kızı da beğenmiyor. Süt beyaz tenli, lahmacun bedenli, kalçaları enli
    134
    bir lokum olacak. Sonunda bulunan kızlardan birini çok beğenmiş Ebul-Fatık.
    İşte biz Ebul-Fatık'ı bu ilişkiyle tanıdık. Çünkü, Ebul-Fatık'ın ayılıp bayılarak beğendiği kız, bizim hanımın uzak bir akrabasının kızı... Kız, tam da Ebul-Fatık'ın istediği gibi; onyedi yaşında, kuran kursunda yetişmiş, akça pakça, yandan çarklı kalçalar... Saflığına gelince, aptaldan bir parmak yukarda saf...
    Ebul-Fatık'ı da bir görseniz, korkudan dudağınız uçuklar. Kızın babasından çok yaşlı, tnsan kılığındaki bu çirkinlik anıtını gören biri öyle şaşmış ki, iki elini gökyüzüne kaldırıp "Hey kurban olduğum Allah, sen nelere kaadir değilsin..." diye şaşkınlığını belirtmiş, üstelik memleketinde üç mü, beş mi -
    kesin sayısı saptanamadı- karısı olduğundan bu kızı hükümet nikahıyla değil, imam nikahıyla alacak. Her neyse efendim, bu Ebul-Fatık, kızla evlendi.
    Saf kız, çok yoksul bir ailenin çocuğu olduğundan, evlenip de o lükse, o görkeme kavuşunca çok mutlu oldu. Kocasının adı "Ebul-Fatık el-Mışkî" uzun olduğundan, kızın ailesi ona kısaca Fatık Bey diyor. Hem de Fatık Bey deyince, Arabın adı azbuçuk Türkçeleş-miş oluyor. Kızın, kendinden altı yaş
    küçük bir oğlan kardeşi var, kızın tersine cin mi cin... O, Fatık Amca diyemediğinden Fıtık Amca demeye başladı. Fıtık Amca aşağı, Fıtık Amca yukarı...
    Biz de hanımla iki kez evlerine gittik. Boğaz'in tepesindeki o köşk yapılana dek, Nişantaşı'nda lüks bir daire satın almış, daireyi de kızın üstüne yapmış.
    Biz Fıtık Amcayı orda tanıdık.
    Gel zaman, git zaman... Bundan sonra olanları, bana, benim hanım anlattı.
    O da, Fıtık Amcanın genç karısından duymuş. Çünkü kadın olup bitenleri saf saf her önüne gelene anlatıyormuş.
    Fıtık Amcanın güzel ve küçük karısı sokakta hep çarşaflı geziyor. Fıtık Amca çok kıskanç olduğundan, gencecik karısının kadın akrabalarıyla bile sık görüşmesini istemiyor. İyi ama, Fıtık Amcanın evde olmadığı zamanlar kızın canı sıkılıyor. Kıskanç Fıtık Amca, biyandan da karısını eve hapseden koca izlenimi vermek istemiyor çevresine. Karısına güvenen bir koca görünümünde... işte bu yüzden, kendisinin evde bulunmayacağı iki gün karısına alışveriş için, çok uzaklara gitmemek koşuluyla, sokağa çıkabileceğini söylüyor. Genç kadın buna çok seviniyor, ama sokakta ne yapsın tekbaşına?
    Sinemaya gidip gidemeyeceğini soruyor. Fıtık Amca u-zun uzun düşünüyor.
    Karar vermek kolay değil. Gitme, dese kan-
    135
    sına baskı yapmış sayılacak. Git demeye de içi elvermiyor. Birlikte gitmeleri hiç uygun değil. Sonunda şöyle diyor:
    - Avet... Müsaide var... Velakin avvelden ben görecek, bilahara sen..
    Fıtık Amca, o dolaylardaki sinemalarda oynayan bütün filmleri seyredip "Hazret-i Ömer'in Adaleti" adlı yerli fimi uygun bulup karısına o filmi görebileceğini söylüyor. Necmiye...
    Genç kadının adı. Gidiyor sinemaya... Fıtık Amcanın içi pırpır... Ertesi akşam erkenden eve dönüyor. Oh, çok şükür Necmiye evde...
    • Necmiyaa?
    • Efendim.
    • Ne yaptın ben yokken?
    Necmiye yana yakıla anlatmaya girişiyor!
    - Ah, sorma...
    Nasıl sormasın, meraktan çatlıyor.
    • Ne oldu Nacmiya?
    • Öyle bişey geldi ki başıma, şaştım şaştım kaldım.
    • Ne geldi başında?
    Necmiye saf saf anlatıyor!
    • Senin söylediğin sinemaya gitmek üzere çarşaflandım.
    • Şok güzel.
    • Çıktım sokağa.
    • Avet?
    • Yolda giderken bir herif sokuldu yanıma?
    • Bir herif?
    - Evet... Ben gidiyorum, o da yanımda gidiyor. Ben gidiyorum, o da gidiyor. Dur bakalım, ne olacak, diye merak ettim.
    Fıtık Amca çok bozulur ama, karısına belli etmemeye çalışarak o da çok şaşmış görünür!
    • Allah allah... Ban da şok merak ettim. Du bakali n'olecak?
    • Ben gidiyorum, o gidiyor... Bööyle yanımda. Dibimden ayrıl mıyor. Dur bakalım, n'olacak diyorum içimden...
    • Fa suphanellah... Du bakalî n'olecak?
    • Bilet alıyorum o senin dediğin sinemaya... Aaa, adam da bilet alıyor. Ben sinemaya girdim, adam da girmez mi?
    Bu kez Fıtık Amca atik davranıp karısından önce sordu:
    - Ve minelgaraip... Du bakalî n'olecak? Sonra?
    136
    • Sonra, ben bir koltuğa oturdum. O da yanımdaki boş koltuğa oturmaz mı?
    • Hayret! Du bakalî n'olecak?
    • Işıklar söndü, film başladı.
    • Eeee? Anlat Nacmiyaa?
    • O herif elini bacağıma atmaz mı?
    • Ne diyorsun, velacaip...
    • Çarşafımın eteğinin altından elini sokmaz mı? Aaa! Şaştım kaldım...
    • Ne yapacak?
    • Bilmem. Ben de onu merak ediyorum ya... Dur bakalım, n'olacak diye bekliyorum.
    • Vallahi ban da berak ettim yahu... Du bakalî n'olecak?
    • Sonra o herif oramı buramı karıştırmaya başladı. Doğrusu çok merak ettim. Sen olsan merak etmez misin?
    Fıtık Amcanın gözlerinden ateşler saçılıyor ama, karısı o denli saf ki, kızsa, hiç yakışık almayacağı için o da kansına uyup soruyor!
    • Nacmiya, du bakalî n'olecak?
    • Sonra "Hazret-î Ömer'in adaleti" bitti. Lambalar yandı. Ben kalktım, o da kalkmaz mı?
    -Oharifda?
    • Evet...
    • Velacaip ve minelgaraip... Du bakalî n'olecak?
    • Çıktım sinemadan, o da çıktı. Ben yürüyorum, o da yanımda yürüyor.
    • Aman Nacmiya, vallahi şok marak ettim. Du bakalî n'olecak?
    • Ben de merak ediyorum. Ben köşeyi saptım.
    • Harif da saptı mıı?
    • Saptı.
    • Anlat sabuk Nacmiya, şok maraklı.
    • Bizim apartımanın kapısından girdim, herif de girdi. Dur ba kalım, n'olacak diye merak içindeyim.
    Fıtık Amca ter içinde...
    - Sonra?
    - Bizim kata çıktım, herif de çıktı.
    -Vay herif vay!...
    137
    • Çantamdan anahtarı çıkarıp bizim dairenin kapısını açtım, gir dim içeri, o da girmez mi?
    • Harif da yallah içeri...
    • Evet...
    • Du bakalî n'olecak... Aman anlat sabuk Nacmiya...
    • Eve gelince yatak odasına girip elbet soyundum. O da soyun maz mı?
    • Ni diyorsun Nacmiya... Du bakalî n'olecak?
    • Soyununca yatağa girdim. Olur şey değil, o da benimle yatağa girmez mi?
    Fıtık Amca kızgın demirle dağlanmış gibi haykırır:
    • Ayvaaah! Du bakalî n'olecak?
    • Ben de yatakta ne olacak diye merak ediyorum.
    • Aman Nacmiya, vallahi meraktan şatlayacak ban... Söyle sa buk, ne oldu Nacmiya?
    • Hiç canım... Bişey değilmiş, ben de boşu boşuna merak etmi şim.
    Boncuk boncuk ter döküyordu Fıtık Amca.
    • Yok yahu.. Peki, ne oldu Nacmiya? Ne yaptı?
    • Aynen senin her gece yaptığını..
    Beyninden vurulmuşa dönen Fıtık Amca ne yapsın şimdi? Karısı o denli saf ki, başına kötü bişey geldiğinden bile haberi yok ki... Bağırıp çağırsa olmaz. Döğse olmaz. Kovsa olmaz.
    Erkekliğe toz kondurmamak, yiğitliğe krem sürmemek için Fıtık Amca şöyle der:
    - Amaaan Nacmiyaa, ban da mühim bişey zannettim. Du bakalî n'olecak, du bakalî n'olecak diye boşuna merak etmişim. Velakin hiç mühim değil.
    Olayı anlatan yaşlı işçi emeklisi,
    - İşte böyle arkadaşlar, diye sözü bağladı, bütün bu olup biteni kadın saf saf her önüne gelene anlatıyormuş. Bizim hanım da ken disinden dinlemiş.
    Titreyen elindeki kahve fincanını masaya koyan bir memur e-meklisi,
    - Yani, hiç anlayamadım, dedi, sen şimdi bu olayı ne diye anlat tın? Kel mana?
    işçi emeklisi,
    138
    - Her gün burda laflayıp laflayıp da sonunda "Dur bakalım, n'olacak?", "Dur bakalım n'olacak?" diye merak edip soruyorsu nuz ya, dedi, işte sizi meraktan kurtarmak için ne olacağını anlat tım.
    -Çayevindekilerden bir kahkaha koptu. İşçi emeklisi ekledi:
    - Velakin hiç mühim değil.
    Vakıf-12 Mart 1987
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    YİYİN ALLAŞKINA
    Bizim bir yeğenimiz var. Daha doğrusu bizde yeğen çok da, işte bu onlardan biri... Hani insanın ısısı termometreyle ölçülür ya, işte bunun gibi insanların açıkgözlüğünün bir ölçeği olsa da açıkgözlük ölçülse, bizim bu yeğen dünyada birinciye gelir. Köyün üç sınıflı ilkokulunu bitirdikten sonra bir daha okula mokula gitmeyen yeğen, kırk üniversite bitirmişi cebinden çıkarır. Kurban olduğum Allahım bu bizim yeğene öyle bir akıl vermiş, hem de sonradan sokma değil, anadan doğma bir akıl...
    Türkiye'nin işsizler ordusu ekmek kapısı olaraktan daha Ala-manya'yı keşfetmekten çok önceleri, bu bizim yeğen Alamanya'ya gitti. On yıl kadar sonra Alamanya'dan döndü ki, öyle bir değişmiş, öyle bir değişmiş, biz bunu tanıyamadık da, halis Alaman sandık. Alamancanın en kibarcasını öğrenmiş ve Türkçesi az bişey bozulmuş. Kimi Türkçe sözleri unutmuş. "Aaaa, nasıl derler?..." diye kekeleye kekeleye konuşuyor. Kendi demesine bakılırsa yeğenin o kibar Alamancasmı Alamanın ayaktakımından olanlar bile anlayamazlarmış. Alamancasına aşkolsun da, bir de bir huy edinmiş, her sözün başında, ortasında ve sonunda "Ah zooo..."
    deyip duruyor. Bizim yeğen "Ah zoooF'suz konuşamıyor.
    Dayanamadım sordum:
    - Yeğen, ikidebir "Ah zoo, ah zooo..." demektesin. Bu "Ah zoo" ne demeye gelir?
    Bu "Ah zooo"nun ne demeye geldiğini Alamanlar da bilmezmiş, çünkü hiçbir şey demeye gelmezmiş. Ama Alamanlar "Ah zo-oo"suz konuşamazlarmış. Alaman, ah zoo demezse dili kilitlenir, konuşamazmış. Bir insanın halis Alaman olup olmdığı "Ah zoo..." çekip çekmemesinden bilinilmiş. Bizim yeğen "Ah zooo"dan başka ikidebir "Yaah yaah... "
    çekiyor.
    Yeğen, o ilk gelişinden sonra, iki-üç yılda bir, Türkiye'ye gelir, bizim evde konuk kalır.
    Alamanya'da yaşayalı yirmibeş yılı geçti. Alamanya'dan her gelişinde, bizim çok kalabalık olan akrabalara
    123
    türlü armağanlar yağdırdığına bakılırsa çok kazançlı bir iş yapıyor olmalı. Ne iş yaptığını sordum. Alamanya'ya daha yeni gittiği zamanlarda, bir iş bulup çalışması gerekirmiş. Ama sonraları, Türkler işçi olaraktan Alamanya'ya doluşmaya başlayınca artık bir iş bulup çalışması gerekmiyormuş.
    • Yani yeğen, senin hiçbir işin yok mu orada?
    • Ah zooo... Yok gibi bişey işte... Yah!
    • Biz burda bunca çalışıp gene zorla yaşıyoruz da, sen orda iş
    siz nasıl geçinip yaşıyorsun?
    • Ah zooo... Alamanya'da çalışan o kadar çok Türk var ki, be nim çalışmama hiç gerek kalmıyor. Yaah!...
    Anlamadım ya, sözü uzatmak da istemedim. Benim anlamadığımı görünce,
    - Ah zoo, çalışarak para kazanmaya kalksaydım, bu kadar pa ram olur muydu? dedi.
    Bak, bu da doğru.
    Günün birinde bizim Alamanya'daki yeğenden bir mektup aldım. Türkiye'de Almanlarla ortak bir iş kurmak istiyormuş. Çok kazançlı, milyarlık bir işmiş. Bana bir iyilik yapmak istediğinden, beni de bu işe ortak yapacakmış. Soruyordu mektubunda: "Sen de böyle kazançlı bir işe ortak olmak ister misin?"
    Yanıtladım mektubunu: "ilkin iş nasıl bir iştir? Sonra benim gibi zor geçinen biri böyle milyarlık işe neyle ortak olacak ki?"
    Alamanya'dan geldi yeğen. Dediğine göre, çok büyük Alaman işadamlarıyla anlaşmış. O
    işadamları yakında İstanbul'a gelecekmiş. Onları benimle tanıştıracakmış. Kuracağımız işin nasıl bir iş olduğuna gelince, işadamları için şu iş ya da bu iş önemli değilmiş, işadamları için para kazanılacak bişey olsun da, n'olursa olsun-muş; nasıl ve nerden kazandırsa kazanılsınmış. Arada "Ah zoo"lar ve "yah!"ler çekerek anlatıyor bizim yeğen. Bunlar öyle yaman i-şadamlarıymış ki, hayvan fışkısından insan dışkısına dek, karı pazarlamasından tut, aksakallara erkeklik gücü veren macuna, tohumla göl balığı yetiştirmekten turizme, karga etinden yapılma keklik konservesine dek akla gelen gelmeyen sayısız iş yaparlar-mış. Bunlar çöl ortasında anadan doğma cıbıl beş kişi görse, o donsuzlardan bile para kazanmanın bir yolunu bulurlarmış. Dünyanın her yerinde de kollan varmış.
    124
    Yeğenin dedikleri bana azbiraz karışık geldiğinden, sordum:
    - iyi dedin de yeğen, düz işlere bile ket vuran bu bizim hükü met, bu karışık işlere ne der?
    Yeğen anlatıyor. Bunların hüneri şuymuş ki, en kötü, en pis işi bile öyle allar pullar, öyle ambalajlar, öyle yaldızlar, öyle pazarlar-Iarmış, öyle sunarlarmış ki, biz bu hünerleri bilmediğimizden inciyi çakıla ve altını boka dönderirken, bunlar boku altına ve çakılı inciye çevirir, ilkin hükümetin gözünü boyarlarmış. Hüner sunuş biçiminde, ambalajda, reklamda, pazarlamadaymış.
    Yeğen sözünü şöyle bağlıyor:
    - Neden onlarda hiçbişey yokken herbişey var da, bizde herbi-
    şey varken hiçbişey yok... Ah zooo... işte bundan. Yah!
    Benim de aklımı yatırdı bu işe. Hem para koymayacağıma göre benim ne zararım olur ki...
    Şimdi sıra geldi, Alaman işadamlarını burda ağırlamaya.
    - Ah zooo... Bu Alamanlara yemekten yana kulak asma.
    Alaman mutfağından domuz etiyle patatesi çıkardın mı, geriye tencere tabaktan, çatal bıçaktan başka bişey kalmazmış. işte bu yüzden bu işadamlarını bizim eve yemeğe çağırmalıymışız. Çünkü işadamları, en önemli, en büyük işleri bile yemekte konuşurlarmış. Buna iş yemeği derlermiş. Bunlara bizim evde bir akşam iş yemeği vermeliymişiz ki, bizim dolmaları, sarmaları, mantıları, börekleri, baklavaları yiyince akıllan şaşsın... "Yah!" diye sözünü bağlıyor bizim yeğen. Yeğenin önerisine anamla karım dünden gönüllü. Çünkü, kendi demelerine göre, ikisi de yemek pişirmede birinciye geliyor. Hem de doğrudur, karım oklavayla bir yufka açar, yufkanın bir yanından baktın mı, tül perdeden bakar gibi, öte yanı görürsün. Bu yufkayla su böreği yapınca, iki kilo su böreği yersin de, ikiyüz gram yedim sanırsın; öyle hafif... Hele baklava ağzında erir, yedin mi yemedin mi anlayamazsın. Anamın safranlı ve tavuk suyuna pilavı üzerine pilav olamaz.
    Neyse efendim, ortak olacağımız Alaman işadamlarından telgraf geldi bizim yeğene.
    Uçakla üç kişi geleceklermiş. Başka yerde de işleri olduğundan burda bir gece iki gün kalıp uçacaklarmış gene. Otelde yerlerini de ayırtmışlar. Bize kalıyor, bizim evde bir akşam yemeği vermek. Bu yemek de ençok bir, bilemedin, iki saat sürmeliymiş. Bu zaman içinde biz Alamanlara çekici gelecek işler önerecekmişiz.
    125
    • Ne gibi işler yeğen?
    • Ah zoo... Sen orasını bana bırak. Öyle işler önereceğim ki, akıllan duracak. Yah!
    Ağzından laf almak için kaçamaklı biçimde ne işler önereceğini sordum. Vay bu bizim yeğendeki akıl.. Efendim, bu bizim kentimizde sokak iti çokmuş. Belediye öldürtmekle başedemiyormuş. Alamanlara bir fabrika kurdurtabilirse, toplanacak sokak itlerinin derisinden, kadın eldiveni, manto yakası, kürk, kuyruklarından da kadınlar için kürklü şapka, anahtarlık, süs eşyaları yapılırmış ve sokak itlerinin etleri ve kemikleri de atılmaz, bunlar da kurulacak yem fabrikasında makineden geçirilip kurutulur, kümes hayvanları yemi olurmuş.
    Sokak kedilerinden de aynı biçimde yararlanıhrmış. "Yaah!"
    Daha ne öneriler var bizim yeğende. Bildiği bir yerde bir kaplıca varmış, o kaplıcanın çamuru ekzamaya, yaraya, deri hastalıklarına birebirmiş. Bu Alamanlara kadınlara güzellik kremi olarak bu çamuru önerecekmiş, bunlar çamurun içine güzel kokular koyup öyle ambalajlarlarmış ki, çamurun gramını bin liradan satarmışız.
    Belediyeyle anlaşıp kentin çöplerini bedavadan toplayıp bu çöplerle denizin ortasında özel bir ada kurmak da önerilenin arasında. Bu özel adada kumarhane ve başka haneler gibi kâr getiren turistik işler yapmak... "Yaaah..."
    Karımla anam, daha telgrafın geldiği gün kollan sıvadılar. Güzel yemekler pişirmekte birbiriyle yarıştalar. Pişirecekleri yemekleri de aralarında bölüşmüşler. Çorbayı anam, köfteyi karım, mantıyı karım, zeytinyağlı sarmayı karım, böreği anam, baklavayı karım yapacak...
    Aralarında işbölümü yapmışlar.
    Yeğen diyor ki:
    - Mesariften yana hiç çekinme. Aç kesinin ağzını. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez, demişler. Yaaah...
    Her ne olacaksa, bu biriki saatlik iş yemeği sırasında olacakmış. Bana ortaklık hissesi yüzdebir verilse, gene milyonlar tutar-mış.
    Bizim kese ne ki, ağzını açsak ne çıkar... Açtık ağzını, boşalttık keseyi. Yetmedi. Borca da girdik. Daha doğrusu borca battık. Bakkalına, kasabına, manavına, sütçüsüne, bütün mahalle esnafına borçlandık. Hiç önemi yok, milyonlar gelecek ya...
    126
    Sonunda gün geldi çattı. Yeğen, üç Alman işadamını havaalanında karşılamaya gitti. Onları ilkin otele yerleştirecek. Biraz gezdirecek. Akşam da bizim eve iş yemeğine getirecek. Ben evde beklemekteyim. Anamla karım hâlâ mutfaktan çıkamıyorlar. Bunlar deli yahu! Bunca yemek bir bölük askere yeter be! Kendileri yetmezmiş gibi komşu kadınlardan da yardımcılar çağırmışlar.
    Sanırsın ki, düğün sofraları kurulacak.
    Evimiz Alaman işadamlarına göre değilse de gene de kötü sayılmaz. Ne var ki, sofra takımından eksiklerimiz varmış. O eksikleri de konukomşudan toparlayıp tamamladık. Akşam saat yedide gelecekler.
    Yediyi beş geçe araba kapının önünde durdu. Ben koşup kapıdan karşıladım konuklan. Buyrun, buyrun, buyrun... Yeğen, benim dediklerimi onlara çeviriyor. "Ah zoo, sofraya oturalım da hemen iş konuşmasına geçelim..." dedi yeğen.
    Yemek odasına geçtik. Alamanlan sofraya yerleştirdik.
    Anam, tabaklara çorbaları dağıtırken yeğen iş konuşmasına başlamış bile.
    Diyormuş ki Alamanlara "Bizim burda daha insan eli değmemiş çok zengin iş
    kaynaklan var, önce dediğim gibi..."
    Yeğen, sonradan bana dediğine göre, bunlan demesine dedi de, anamın ikramından sözünün arkasını getiremedi ki... Benim anam her zaman böyledir.
    Anam tabaklara kepçe kepçe çorba dolduruyor. Alamanlar elleriyle ve Alamanca olaraktan dilleriyle "Aman yeter" diyorlarsa da, anamın dinlediği yok. Yeğenin sözünü ağzına tıkıp başladı bizim Türk usulü ikrama:
    - Yeyin yeyin... Afiyet olsun... Buna düğün çorbası derler, bil din mi? Bizim memleketin çorbası dedin mi, yayla çorbası bir, bu iki... Yeyin allaşkına... Di buyrun...
    Konuşurken ikidebir yeğene dönüp,
    - Dediklerimi eksiksiz çevir ki anlasınlar... diye onu uyanyor.
    Zavallı yeğen, biriki çevirip sonra anama,
    • Teyze, hele az biraz izin ver ki, biz de işten konuşalım... Di yorsa da, anamı susturmak olası değil. Alamanlarla Türkçe konuş
    maya da başladı:
    • Beğendin, he mi? Dedim sana güzeldir diye... Dur hele, bir kepçe daha koyayım...
    Alamanlar iki elleriyle tabaklannı korumaya çalışıyorlarsa da, anam aradan yol bulup çorba dolu kepçeyi tabaklanna boşaltıyor.
    127
    Tam bizim yeğen sözü alıyor, anam başlıyor:
    - Buyrun allaşkına... Yabancı yabancı durmayın öyle... Çekin meyin, yeyin, yeyin... (Yeğene) Söyle de yesinler... Bura yabancı yer değil, kendi eviniz bilin...
    Alamanlar gerçekten mi beğendiler, anamın üstlemelerine mi dayanamadılar, her neyse, çorbaları bitirdiler. Anam,
    - Az daha isterler mi sor hele... dedi yeğene.
    O zaman ben,
    • Ana, bu yemek ahbaplık yemeği değil, burda iş konuşacağız.
    Bırak ki işten konuşalım... derken bu kez nöbeti karım aldı. Değiş
    tirdiği tabaklara kendi yaptığı salçalı köfteleri koymaya başladı, çenesi de açıldı:
    • Buyrun allasen... Tuzu azsa koyun, aha tuzluk surda... biberlik de işte... Surda da kırmızı toz biberle pul biber var... Buna biz bas ma köfte deriz... Kimyonu azsa koyun... Herhal sizin yemeklere benzemez ama, gayet lezzetli gelir bize... İnsanı besler... Yabancı yabancı durmayın öyle...
    Karımın çenesi hiç durmuyor ki, şu iş konusunda iki söz konuşalım. Hay Allah belanı vere kan.. Karım soluk alacak olsa, anam kapıyor lafı:
    - Salatadan da buyrun.. Tabağınıza mı koyayım... Burda söğüş
    domates, burda da çoban salatası... Karışık salata da burda... Ye yin canım, yeyin... Su mu, ayran mı? Sıkma meyva suyu da var...
    Alamanlar köfteleri beğenmiş olacaklar ki, tabaklarındakileri silip süpürdüler. Anamla karım hamle edip boş tabaklara yeniden köfte doldurmaya kalktılar. Üç Alman, köfte koydurtmamak için tabaklarının üstüne yatar gibi eğildiler.
    - Tabaklarınızı değiştireyim... Vallahi siz bişey yemediniz. Ya zık, aç kaldınız... Ekmek buyrun... Şu kâsedekine biz sumak de riz... Serpin serpin yemeğe... İştah açar... Mideye de gayet iyi gelir.
    Ben artık Alaman konuklan da unutup,
    - Sus ulan kan, sus! Sus ki, iki çift sözedelim. Herifler yann gi diyor... diye bağırdım.
    Kanm,
    - O nasıl şey, konuğa ikram gerekmez mi? Sustum sustum iş
    te.... dediyse de bu kez anam tabaklara karnıyankları doldururken aldı sözü:
    128
    - O kadarcık olur muymuş... Daha neler... Aman dur, bir karnı yarık daha koyayım... Yooo, vallahi olmaz. Yemezseniz gücenirim.
    Kırk yılda bir, evimize konuk geldiniz... Yeyin allaşkına.. (Yeğene) Söyle dediklerimi de yesinler...
    Başa çıkamayacaklanm anlayan Alamanlar, sonunda teslim oldular. Tabaklan karnıyankla doldu.
    - Tabağınıza biraz salata koyayım... Hangisinden?.. Bu turp rendesi, çok şifalıdır... Bu da kırmızı turp... Burası sizin eviniz sa yılır. Çekinmeyin...
    Yemekten başka hiçbir şey konuşmaya fırsat vermiyorlar.
    - Ana, sus ki biraz işten konuşalım. Bu herifler buraya iş konuş
    masına geldiler, yemek de bahanesi...
    Anamı susturmanın olanağı yok. Soluklanmak için susacak olsa, sözü karım kapıyor. Ama Alamanlar iyice aptallaşmışlar. A-vurtları yemekle dolu doluyken kendilerine uzatılan ayranları, meyve sulannı içiyorlar.
    - iç iç... Bastınr. Bir karnıyank daha ister misin? Çekinme...
    Karım suböreğini ortadaki tepsiden alarak dağıtmaya başladı.
    Tabaklan öyle dolduruyor ki "öksüz doyuran" dediklerinden... Bi-yandan da anlatıyor:
    - Çarşıdan alma değil haa, kendi elimle yaptım.. Çok hafiftir.
    Bak böyle işte... insanın ağzında erir. Hiç dokunmaz... Bir tane da ha almazsanız vallahi danlınm... Sizin için özel yaptım...
    Alamanlar sanki çok anlarlarmış gibi, suböreğini çok yemenin yöntemini anlatıyor:
    - iki lokma suböreği yemeli, üstüne üç yudum ayran içmeli. iş
    te o zaman bütün gün durmadan suböreği yesen, yedin mi yemedin mi anlamazsın. Ama siz almadınız... Lütfen... Biraz daha... Bakın şu kenanndan da koyayım biraz, daha pişkindir.
    Bu kez gelin kaynana birbirlerini övmeye başladılar:
    - Gelinimin suböreği üstüne suböreği yoktur.
    Yeğen dayanamayıp,
    - Yemekten başka bişey konuşamayacak mıyız yahu? diye ba ğırdı.
    Kanm, sanki yeğenin sorusuna yanıtmış gibi,
    - Daha arkada mantı var... dedi.
    Saate baktım, sofraya oturalı birbuçuk saat olmuş. Anamla kan-129
    \
    mın konuklara yemek ikramından zaman bulup da bizim daha işten misten konuştuğumuz yok. Yemek lafından fırsat vermiyorlar ki...
    • N'olur, biraz da pilakiden alın... A vallahi olmaz, iki kaşık ol sun pilakiden yedirmeden bırakmam...
    • Aaa, ayol kuş kadar bişey yediniz...
    • Dolmadan almayacak mısınız... Buyrun, buyrun... Limon da burda... Yeyin, yeyin allasen...
    • Vallahi aç kaldınız... Hiç olmazsa safranlı pilavdan buyrun...
    İki kaşık daha?
    Ne yeğen, ne ben, ne de Almanlar ağzımızı açabiliyoruz. Anam biyandan, karım biyandan ikramlar ederek üç Alamam tıkabasa doyuruyorlar. Evet, tastamam öyle; tıkabasa... Nerdeyse Alamanla-n sırtüstü yere yatırıp ağızlarına zorla dolmaları tıkacaklar.
    • Tabağımızı değiştireyim... Lütfen...
    • Vallahi aç kaldınız...
    • Ne olur, misafir gibi durmayın öyle...
    Ah, bütün eşeklik bende... Yahu ben nasıl bilmem, bizim geleneğimize göre konuk ağırlamanın böyle olduğunu da, bu Alaman-lan iş konuşması için eve çağırırım.
    Karıların yemek ikramından bizi sofralarımızda kim ne zaman, ne konuşabilmiş ki, Alamanlar konuşsun...
    Ondan al, bundan da buyur, vallahi aç kaldınız, Allahaşkınıza yeyin yeyin, yabancı gibi durmayın, çekinmeyin, bura kendi eviniz, biber ister misiniz, az daha pilav... filan derken, sıra geldi tatlılara. Kanm diyor ki Alamanlara:
    - Bunun adı sarığıburmadır, içi cevizli... Tatlıların şahı sayılır.
    Herkes yapamaz... Buyrun buyrun...
    O üç Alamanın en şişman olanı, içi dövülmüş ceviz dolu sarığıburmayı ısırırken boncuk boncuk terler dökmeye başladı. Benim görüşüme kalırsa, Alamanlar yememekte direnirlerse, bizim kadınlar döğe döğe bunlara yedirecekler; iyisi mi yemeyi kazançlı bulmuşlar. Artık bedenlerinde yemek alacak boş yer kalmamış olmalı ki, ağızlarına aldıkları lokmayı yermiş, çiğnermiş gibi yaparak geveliyorlar.
    Saate baktım, yemeğe oturalı ikibuçuk saat olmuş. Bundan sonra Alamanlar isteseler de konuşamazlar. Konuşmayı bırak, solundukları ne nimet... Kolan gevşetir gibi, Alamanlann biri, deliğini
    130
    üçüncü kez açıp pantalon kemerini gevşetiyor. Alamanlann birinin gözleri kaymış gitmiş, yemeğin ağırlığından uyudu uyuyacak... Anam hâlâ,
    • Elimle yaptım... Baklavadan yemeden dünyada bırakmam...
    Buyrun, yeyin, yeyin.. deyip duruyor.
    • Hey yeğen, dedim, bu yemek boşa gitti. Herifler de yarın bur-dan ayrılıyor. N'eyleyeceğiz şimdi?
    Yeğen,
    - Ah zooo, dedi, bunlar yarın akşam geç saatte uçağa binecek ler. Yarın öğle yemeğini bir restoranda birlikte yeriz de, o zaman konuşuruz iş konusunu... Yah!
    Yeğen böyle derken, o boncuk boncuk ter döken şişman Ala-manın başı, oturduğu sandalyede sağa kaykıldı. Suratı da patlıcan morun döndü. Ben,
    • Eyvah, Alamanın biri elden gidiyor... derken, anam bir bardak sıkma vişne suyunu,
    • iç iç, devadır, iyi gelir... diyerek, herifin kitli dişlerinin arasın dan ağzına boşaltmıyor mu! Alaman, artık kımıldayamadığından mı, yoksa ağzına dayanan bardaktakini ilaç mı sandığından, yazgı sına razı olup o bir bardak vişne suyunu içtiyse de, artık içinde boş
    yer kalmadığından olacak, bardağın sonuna doğru püskürdü ve püskürmesiyle gök gürler gibi geğirince anam,
    - Afiyet, şeker, bal olsun... Bak, yaradı yaradı... dedi.
    Karım,
    • Kahveleriniz nasıl olsun? diye sorarken Alamanlardan biri kalktı. Yeğene bişeyler söyledi. O geğiren suratı morarmış Alaman terlerini siliyor. Üçüncü Alaman vitrinlerdeki mankenler gibi do nuk duruyor, sanırsın cansız. Yeğenle ben, bu Alamam kollarından tutup kaldırdıksa da, belli ki adam yediği yemeklerin ağırlığını ta-
    şıyamadığından yürüyemiyor, iki yandan kollarına girip yürüttük.
    Merdivenden inmeleri kolay olmadı. Giderlerken, yeğen Alaman lardan sözaldı ki, yarın bir restorandaki öğle yemeğinde iş üzerine konuşalım. Alamanlan kapıdan uğurlarken bile anamla karım hâlâ diller döküyor:
    • Bunu saymayız... Gene buyrun, yemeğe bekleriz...
    • Vallahi aç kaldınız...
    • Ne yediniz ki... Hiç...
    131
    Yeğen, otellerine götürmek için Alamanları bir arabaya bindirdi; kendi de onlarla gitti.
    Ben de evde açtım ağzımı yumdum gözümü. Anamla kanma demediğimi bırakmadım. Ama onlar yaptıklarının hiç de ayırdında değiller.
    Anam,
    - N'olmuş ki, diyor, konuk dediniz getirdiniz. Elin garip yaban cılarını ağırlamamış olur mu? Sonra bizim için arkamızdan ne de mezler...
    Karım da,
    - Biz töremiz neyse onu yaptık, diyor, oncak uğraşıp didinip ye mekler, tatlılar yaptık da, teşekkür edip bir elinize sağlık bile de mediniz. Bir de afurtafır edip duruyorsun... Alamanlar kırk yılda-bir, Türk evine konuk gelmişler, adamları aç mı gönderseydik.
    Buyüzden anamla, karımla küsüştük.
    Ertesi gün yeğenle öğle yemeği için bir restorana götürmek ü-zere kaldıkları otele gittiğimizde Alamanları bulamadık. Alaman-lardan birini geceyarısından sonra cankurtaran arabasıyla ilkyardım hastanesine zor yetiştirmişler. Birinin de, hastaneye gidecek mecali bile yokmuş da, acil servisten ekip gelip otelde midesini yıkamışlar. Üçüncü Alaman ortalarda yok. Onun nerde ve ne olduğu hiç belli değil.
    Yeğen,
    - Ah zoo, bu iş yattı... Yah! dedi.
    Ben de ondan alışmış olacağım, onun gibi,
    - Yah! dedim.
    Dünya akıllısı yeğen de Alamanya'ya dönmüş olmalı ki, o günden sonra onu da göremedim.
    Evet, milyonlar kazanacağımız iş yattı ama, biz de hiç olmazsa üç Alamana, Türk geleneğine uygun konukseverliğin nasıl olduğunu gösterdik. Ne olduysa bana oldu.
    Alamanlara ziyafet için girdiğim borçları altı ayda zor ödedim.
    Moskova (Rossia Oteli, 12-549) 8 Mart 1988
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    FİL HAMDİ NASIL YAKALANDI
    İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:
    "Otuz beş yaşında, uzun boylu, iki yüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş, ablak çehreli, kahverengi gözlü "Fil Hamdi" adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polis memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahkikat, takibat ve tetkikat sonunda, Fil Hamdi'nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetimiz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yolunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmayarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi'nin fotoğrafı ilişiktir."
    Taşra vilayetlerinden birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:
    • Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi...
    • Hm... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.
    Bir resim çıkanr, arkadaşına gösterir.
    • O değil be Ramazan. O senin resmin!
    • Hm.. Bayramda çektirmiştim. Nasıl?
    • İyi ama, acık gülseydin be!.. Şu Fil Hamdi'nin resmini bul.
    Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır.
    • Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut?
    • O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali...
    118
    - Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan!
    Mahmut'la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi'nin resmini ararlar.
    • Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak...
    • Bak, nasıl bakıyor etrafına?
    • Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi!
    Şüphelendikleri adamın yanına giderler.
    • Hemşerim, şöyle dursana...
    Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.
    • Bir de yan dur bakayım.
    • A-ah, benzemiyor be Ramazan.
    • Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.
    • Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.
    Başka bir taşra vilayetinin pazar yerinde iki memur konuşuyor:
    • Ayıp oldu be Şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi'yi yakalayamadık.
    • Şu adam olmasın?
    • Belki de odur. Soralım.
    Adamın yanına giderler.
    • Bayım, senin adın ne?
    • Mustafa...
    Birbirinin kulağına:
    • Mustafa diyor.
    • Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor.
    • Aklı sıra bizi kandıracak.
    • Bayım, biraz gelir misiniz?
    * * *
    Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor?
    • Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiçbirini be ğenmedi.
    • Şu bizim komiser de amma müşkülpesent haaaa...
    • Hişşt!... Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak!
    119
    -O be... Ta kendisi!...
    • Ama, gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif...
    • Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı?
    • Öyle ya... Ama bu esmer. Fil Hamdi kumralmış.
    • Dağda bayırda gezmekten rengi atmıştır.
    • Haklısın. Yalnız birader bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi'nin saçları dökülmüş diye yazıyordu.
    • Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peru ka takmıştır.
    • Ne duruyoruz? Yakalayalım.
    Adama yaklaşırlar.
    • Adın ne senin?
    • Hamdi...
    Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.
    • Yürü bakalım karakola... Haydi!
    • Ne var? Ne oldu?
    • Fazla sorma! Karakolda öğrenirsin.
    * * *
    Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis yoldan geçen bir adamı yakalarlar.
    • Aç ağzını!
    • Ağzımda bir şey yok ki benim.
    • Madem bir şey yok, açarsın.
    Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar. Polisin biri öbürüne sorar:
    - Baksana şu evraka, kaç dişi yoktu?
    Öbürü evrakı okur:
    - "Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama..."
    Polis memuru, adamın dişlerini sayar:
    • Bir, iki, üç... Dört... Oynama be! Şaşırttın. Bir, iki, üç, dört, beş... Yirmi dört... Yirmi dört dişi var.
    • Yirmi dört mü? Kaç tane eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun?
    120
    • Sekiz...
    • Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektir miştir.
    • Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok...
    Hatta dört tanesi de mısır yerken kırıldı.
    • Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu?
    • Yazmıyor. Unutmuşlardır. Bu canım bu... Ta kendisi... Köpek dişine baksana altın kaplama... Bayım, gel bizimle beraber.
    • Nereye?
    • Karakola!... Yürü...
    Taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu:
    "Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır: Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın isteğe yeter olup olmadığının, araştırmağa devam edip etmeyeceğimizin emir buyurulmasını saygı ile rica ederim."
    * * *
    "Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır: Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi'ler sevkedilmiş olup, gözden kaçmış olanlar varsa, onların da büyük dikkatle arandığını ve peyderpey sevk edileceğini saygı ile arzederim."
    İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, Taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:
    "Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi'lerin
    121
    yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim."
    NOT: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    ÜSTÜNDEKİ EV
    Eve taşındığımızın ikinci günüydü. Sağ yanımızda bir komşu var. Yol önlerinden geçiyor.
    Pencerenin önüne oturmuş bir yaşlı a-dam,
    - Bu evi tutmasaydınız iyi olurdu, dedi.
    ihtiyara sert sert baktım:
    - Bizim bildiğimiz bir kiracı bir eve taşındı mı, konu komşu
    "güle güle oturun"a gelirler. Taşınmasaydınız iyi olurdu, ne de mek? Komşuya böyle mi söylenir?
    ihtiyar oralı bile olmadan,
    • Benden söylemesi, dedi, o eve hırsız girer de ondan söyledim.
    Bizim eve hırsız girer de öbürlerine girmez mi?
    Cansıkıntısıyla cigara almak için köşedeki bakkala girdim.
    • Ne sözünü bilmez adamlar var, dedim.
    Bakkal,
    • Hayrola? dedi.
    - Bizim evin yanında bir bunak oturuyor. Evlerinin önünden ge çerken "Sizin eve hırsız girer. Taşınmasaydınız iyi olurdu" deme sin mi?
    Bakkal,
    - Doğru söylemiş, dedi, taşınmasaydınız iyi olurdu. O eve hır sız girer.
    Bitek kelime söylemeden dışarı çıktım. O gün akşama kadar canım sıkıldı. Gece, sol yanımızdaki komşular oturmaya geldiler. Gece yarısına doğru tam giderlerken, komşumuz,
    - Burası iyi evdir ama, hırsız girer, dedi.
    Bunları kapıdan çıkarken söylediği için "neden bu eve hırsız giriyor da sizin evlerinize girmiyor?" diye soramadım. Karım, canımın sıkıldığını görünce, güldü:
    - Ayol, anlamıyor musun, dedi, şimdi kiracılar evden çıkarma nın bin yolunu bulmuşlar. Demek, bir yolu da bu. Eve hırsız giriyor diye korkutup bizi evden çıkaracaklar. Evin kirası ucuz olduğundan 112
    ya kendileri taşınacaklar, ya da bir tanıdıklarını getirecekler.
    Aklım yattı ama, yine de gece gözümü uyku tutmadı. Hırsızı, randevu vermiş gibi, ha geldi, ha gelecek diye bekliyordum. Derken uyuya kalmışım. Bir tıkırtı ile fırladım.
    Fırlamamla yastığın altındaki tabancayı alıp,
    • Kıpırdama, yoksa yakarım!., diye karanlığa doğru bağırmam bir oldu. Eve yeni taşındığımızdan, elektrik düğmesini bir türlü bu lamıyorum. Elektrik düğmesini bulacağım diye kendimi o duvar dan bu duvara çarpıyorum. Derken ayaklanma bir şey takıldı, şan gırtıyla kendimi yerde buldum. Hırsız çelme taktı diye az kalsın ta bancadaki kurşunlan herifin karnına dolduracaktım ama, yuvarla nırken tabanca bir yana gitmiş, ben de bir yana... Karanlığın için den,• Hah, hah, hah!., diye insanın tüylerini diken diken eden bir kahkaha yükseldi.
    • Ulan, biz korkunç yerli film mi çeviriyoruz, erkeksen karşıma çık alçak! diye bağırdım.
    • Herhalde elektrik düğmesini anyordunuz. Kapının sağındadır.
    Yeni kiracılar elektrik düğmesini bulmak için hep böyle zorluk çe kerler.
    Ses karanlıktan geliyordu.
    - Ben adamı ne yapanm, sen beni biliyor musun? diye bağır dım.
    Karanlıkta görmediğim adam,
    - Bilmiyorum, dedi. Müsaade ederseniz elektriği açıp size yar dım edeyim.
    Çıt, diye elektrik düğmesinin sesi duyuldu, oda aydınlandı. Ben yere düşünce masanın altına girmişim, karım da karyolanın altına. Karşımda dimdik, benim iki boyumda bir adam vardı. Ayağa kalksam, herifi korkutamayacağım. Yattığım yerden ne olduğumu anlamaz diye, sesimi kalınlaştınp,
    • Sen kimsin? diye sordum.
    • Hırsızım.
    • Bana bak, ben yutmam, sen hırsız değilsin. Bizi hırsızım diye korkutup evden uğratacaksın. Baksana sen benim gözüme...
    Adam,
    - Hırsız mıyım, değil miyim, şimdi görürsün, dedi.
    113
    Babasının evi gibi her yanı karıştırıp, işine gelenleri almaya başladı. Hem de bir yandan söylenip duruyordu:
    • Demek siz burasını yatak odası yaptınız. Sizden önceki kiracı lar, burasını oturma odası yapmışlardı. Daha öncekiler de öyle...
    • Bana bak, dedim, sen hırsızlık ediyorsun ama sonra ben seni şikayet ederim.
    İşinden başını kaldırmadan,
    • Babana kadar git şikayet et, bir de benden selam söyle... dedi.
    • Ama ben karakola gidene kadar sen kaçarsın.
    • Kaçmam.
    • Vallahi kaçarsın. Evde ne var ne yok toplar kaçarsın. Onun i-
    çin, ben seni bağlayıp, karakola haber vermeye gideceğim.
    • Imdaaaat!... diye bir çığlık attı, karım.
    Mahalleli de bizim kapının önünde hazır mıymış ne, birden içeri doldular. Komşular hiç aldırış etmeden,
    • Aaaa... Bu eve yine hırsız girmiş... diyorlardı.
    Bazısı da,
    • Bakalım hangisi? diye birbirlerine soruyorlardı.
    Bizim komşulann içinde hırsızla tanışanlar, halhatır soranlar bile vardı. Hırsız kılı kıpırdamadan hababam öteyi beriyi kaldırıyor.
    - Konu komşu, yardım edin de şu hırsızı bağlayalım. Gidip ka rakola haber vereceğim, dedim.
    İçlerinden biri,
    - Vallahi siz bilirsiniz ama, boşuna zahmet ediyorsunuz sanı rım, dedi.
    Biz ne biçim bir yere taşınmışız, şaşırdım. Kanm çamaşır iplerini getirdi. Hırsız da hiç karşı koymadı. Adamı bir güzel bağlayıp, bir odaya koyduk. Üzerinden kapıyı kilitledim.
    Hemen karakola koştuk. Kanm olanı biteni komisere anlattı. Komiser evin yerini sordu, söyledik.
    -Haaaa... O ev mi? dedi.
    • Evet, o ev, dedim.
    • Biz o eve karışamayız, dedi. Bizim bölgemizin dışında.
    • Peki, biz ne yapacağız? Zavallı adamı boşu boşuna mı bağla dık?• Bir üst yanınızdaki evde otursaydınız, bizim bölgemize girer di. O zaman biz kanşırdık.
    114
    Kanm,
    - Üst yandaki ev boş değildi, ne yapalım... dedi.
    Bizim ev, iki karakolun emniyet bölgelerinin tam sınınnday-mış. Komiser,
    - Sizin eve dedi "
    " karakol bakar, dedi.
    Söyledikleri karakol da uzak. Biz oraya gidene kadar sabah oldu. Oradakilere anlattık.
    Evimizin yerini sordular. Söyledik. Bir polis,
    • Haa... O ev mi? dedi.
    • Evet o ev, dedim.
    • Bir altındaki ev olsaydı, biz bakardık. Sizin ev bizim bölgemi zin dışında kalır.
    Kanm,
    - Vah, vah, dedi, adamı da sımsıkı bağlamıştık...
    - Bizim ev hangi bölgeye girer? diye sordum.
    * .
    Polis,
    - Sizin ev jandarmanın bölgesine girer. Oraya polis karışmaz.
    Siz jandarma karakoluna gideceksiniz, dedi.
    Yola çıktık. Kanm,
    - Aman önce eve gidip şu hırsıza bir bakalım, dedi, adam öldü mü kaldı mı?
    Öyle ya... İster misin, bir de hırsız, sıkı bağlanmaktan kanı dönmesin de ölsün. Hırsızı tutalım derken, bir de katil olup çıkalım. Eve gittik. Hırsız bağladığımız gibi duruyordu.
    • Nasılsın? dedim.
    • İyiyim ama, karnım acıktı, dedi.
    Kanm hırsıza yemek çıkardı. Tersliğe bakın, evde bamya varmış. Hırsız da bamya yemezmiş. Kanm kasaptan biftek aldı, hemen pişirip hırsızın önüne koydu. Biz hırsızı şikayet için jandarma karakoluna gittik. Olanı biteni anlattık. Jandarma komutanı, evin yerini sordu, biz de söyledik.
    - Haaa... O ev mi? dedi.
    Bizim evi de herkes biliyordu. Jandarma komutanı,
    • Sizin eve jandarma karışmaz, polis karışır, dedi.
    • Aman efendim, dedim, nasıl olur. Polise gidiyoruz, jandarma kanşır, diyor, jandarmaya gidiyoruz, polis kanşır, diyor. Bu bizim eve elbet bir kansan görüşen olacak.
    115
    Jandarma komutanı bir harita çıkardı.
    • Bakın, dedi, siz haritadan anlar mısınız? Bu 140 rakımlı tesvi ye münhanisi. Burası da su terazisi. Burası da 208 rakımlı tepe. iş
    te jandarmanın bölgesi buradan geçiyor. Eğer sizin oturduğunuz ev, iki metre daha kuzey batıya yapılsaydı, o zaman jandarmanın bölgesine girerdi.
    • Canım iki metre için mi? Bakıverin ne olur?
    • Ne mi olur? Onun ne olacağını siz değil, biz biliriz. (Haritadan gösterdi). Bakın sizin ev burada işte. Jandarma ile polis bölgesini ayıran sınırın üstünde. Anladınız mı? Bizim bölgeye evinizin bahçe sinden ikibuçuk metre kadar giriyor ama, hırsızlık bahçede olmamış.
    Yine polise gitmekten başka yol yoktu. Karım,
    - Aman bir kere eve girip hırsıza bakalım, dedi, Allah korusun bir ölürse, başımız derde girer.
    Eve gittik, hırsıza,
    • Nasıl? dedim.
    • Yanıyorum, çabuk bir su... dedi.
    Suyu içtikten sonra:
    • Bakın söylüyorum, dedi. Benim hürriyetimi kısıtlıyorsunuz.
    Buna hakkınız yok. Buradan bir kurtulursam sizi dava ederim.
    • Peki, ne yapalım kardeşim, dedim, bizim evin kimin bölgesi ne girdiği belli değil ki, seni oraya şikayet edelim. Böyle cenabet yere ev yapılır mı canım? Tam sınırın üstüne yapmışlar.
    • Eeeee... dedi, ben söylemedim mi? Siz beni salıverin, yoksa hürriyetimi kısıtlamak suçundan sizi mahkemelerde sürüm sürüm süründürürüm.
    • Akşama kadar müsaade et, dedim, polise bir kere daha gide lim de...
    • Gitmesine git. Ama biz bu işi kaç zamandır biliyoruz. Önce sizin evin hangi bölgeye girdiğine karar verilecek. Yahut bölgele rin sınırlan değiştirilecek. O zamana kadar heheey...
    Bir daha polise gittik. Bir harita da komiser çıkardı.
    • Bakın, dedi, jandarma bölgesinin sının burası. Bahçe jandar mada... Evin bir kısmı bizde, bir kısmı jandarmada.
    • Yatak odası sizin bölgede kalıyor. Hırsızlık da yatak odasında oldu, dedim.
    116
    - Evet ama tesbiti lazım, dedi, hem sonra bu hırsız yatak odası na uçarak girmedi ya, bahçeden girdi. Bahçe jandarmanın... Bu, yeni bir iş değil. Müzakere halinde. Bakalım sizin evi hangi bölge ye verirlerse biz de ona göre işlem yapacağız.
    Eve dönüyorduk. Sağımızdaki evin penceresinden yine o ihtiyar seslendi:
    • Geçmiş olsun, evinize hırsız girmiş.
    • Girdi, dedim.
    • O evde hiç bir kiracı oturmaz da onun için o kadar ucuza veri yorlar. Ev sahibi, kendi oturamıyor, kiracı bulamıyor. Evini yıktı rıp, iki metre içeri alacaktı. O zaman tam bölgeye giriyor. Sonra si zi bulunca kiraya vermiş.
    İhtiyarın karısı,
    - Suç sizin değil, ev sahibinin, dedi. Ev yaptırırken suyu, elek triği, havagazını, manzarayı düşünüyorlar da, hangi bölgeye girdi ğini hiç hesaplamıyorlar, insan hiç böyle sınır üstünde ev yaptırır mı?
    Bir yıllık da kirayı peşin verdiğimizden evden çıkamazdık. Eve girdik. Hırsız karşımıza geçti, oturdu. Birlikte akşam yemeğini de yedik. Sonra.
    - Bana şimdilik Allaha ısmarladık, gene gelirim, dedi.
    Şimdi dört beş hırsız evimizin gediklisi oldu. Mahallede onları herkes tanıyor. Hatta onlarla işbirliği de yaptık. Başka, yabancı hırsızlar da dadanmasın diye elbirliği ile evimizi koruyoruz. Bakalım, ne olacak? Ya konturatımız bitene kadar, evde altı hırsız, iki de biz sekiz kişi oturacağız ya da bizim evi bir bölgeye sokacaklar. O zaman da hırsızları bulabilirsek, bölgemize karışan karakola şikayet edeceğiz. Birbirimize pek de alıştık, şikayet de a-yıp olacak ya... Çünkü evin bir takım masraflarını da onlar görüyor.
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    ULUSAL KONUKSEVERLİK
    Bir taşra ilinde kitapçıdır. Başlangıçta mektuplaşıyorduk. Mektuplarından anladığıma göre ilerici bir gençti. Her ilkyaz gelişinde beni kitapçılık yaptığı il'e çağırıyordu, işlerimin çokluğunu, yorgunluğumu ileri sürerek gelemeyeceğimi yazıyordum. O beni çağırmaktan vazgeçmemişti. Okurlarımın benimle tanışmaktan pek sevineceklerini, beni beklediklerini yazıyordu. Doğrusu, hiç görmediğim o il'e gitmeyi, orada biriki gün kalmayı ben de çok istiyordum. Ama işlerimin çokluğundan zaman bulamıyordum.
    Bir ilkyaz günü genç kitapçı istanbul'a gelmiş. Telefonda soruyordu: Evimde ziyaret edebilir miymiş...
    Terslik işte, çok çetrefil bir yazı üzerinde çalışıyordum, hiç zamanım yoktu. Ama bir yazarın zamansızlığını okurlarına anlatması zordur.
    Ne zaman geri döneceğimi sordum, iki gün önce geldiğini, bu akşam uçakla döneceğini söyledi. Demek, onun da zamanı yoktu. Kendisini evde beklediğimi söyledim.
    Üçdört yıldanberi mektuplaştığımız genç ve ilerici kitapçı, çok geçmeden evimdeydi. Eli boş gelmemiş, bir kutu içinde bölgesinin yetiştirdiği ünlü yemişten getirmişti, incelik gösterip çok zamanımı almayacağını söyledi ama, yine konuşmamız, çay içmemiz bir saati geçti. Tatlı bir yerel ağızla konuşuyordu. Kendikendini yetiştirmiş bir taşra aydınıydı. Bu insanları severim ama uzaktan... Her sevdiğim insana biriki saatimi ayırırsam, yazarlığa veda etmem gerekir ki, son yıllarda olan da budur. Okurlara kitaplarımı imzalamak için taşra ilindeki kitapçı dükkanına gelmemi, o taşra ilinde biriki gün konuğu olmamı istiyor ve üsteliyordu.
    Orada dinleneceğimi söylüyordu. Dinlenmek! işte beni kandıran bu söz oldu.
    O taşra iline gidiş tarihimi saptadık. Genç kitapçı da benden söz almanın sevinciyle gitti.
    Sözverdiğim tarihte o taşra ilinin havaalanındaydım. Genç kitapçı bir arkadaşıyla birlikte beni karşıladı. Arabasıyla yola düzüldük.
    103
    Uçak, geç saatte olduğu için o il'e geceleyin varmıştım. Bu geç saatte doğru otele götürüleceğimi sanıyordum. Akşam yemeği bile istemiyordum ama, böyle çağrılarda içkili şölenden kurtulmak zordu.
    Bunu bildiğim için yemek yemeden yatıp dinlenmek istedimse de aldığım yanıt şu oldu: "Yooo.. yemek yemeden yatılır mıymış!"
    "Konuk, evsahibinin eşeğidir" atasözünü anımsadım. Değil mi ki, konukluğu kabul etmiştim, öyleyse evsahibinin rica yumuşaklığına sarılmış buyruklarını yerine getirmek zorundaydım.
    Kalacağım otele gidip önce çantamı bırakacağımı, elimi yüzümü yıkayacağımı, sonra belki de otelin restoranında yemek yiyeceğimizi sanıyordum. Oysa arabamız önce boş yerlerden geçip, ışıklı mağazalar, büyük yapılar arasından, aydınlık caddelerden de geçtikten sonra bir karanlık batağına gömüldük. Perdeleri sıkısıkıya kapalı pencerelerden tektük sızan ışıklar görünüyordu. Anladığıma göre beni konuk edecekleri otel bakımsız bir semtteydi.
    Araba, bikaç çukura girip çıktıktan sonra bir büyük karaltı ö-nünde durdu. Bu büyük karaltı, kalacağım otel olmalıydı. Arabadan indik.
    Kapıdan hiçbir ışık yoktu. Evsahibim, kapıdaki zili çaldı. Kapı açıldı.
    İçerisini çıplak bir ampul aydınlatıyordu. Kapı ağzında köylü giyimli bir kadınla çocukları bizi karşıladı. Kadının, biri karnında olmak üzere dört çocuğu vardı. Karnındaki doğmak i-çin sayılı günleri bekliyordu.
    Çocuklardan biri kucağındaydı. Birinin elinden tutmuştu. En büyük çocuk annesinin eteğine yapışmıştı.
    - Buyrun!
    Geldiğimiz yerin otel değil, bikaç yıldır üsteleyerek beni çağıran genç kitapçının evi olduğunu sonunda anlamıştım. Kapıdan girerken,
    • Gecenin bu saatinde rahatsız etmeyeyim... dedim.
    • Ne rahatsızlığı... Estağfurullah... Buyrun, buyrun...
    Burası entipüften bir apartımanın alt katıydı.
    Genç kitapçı, üç çocuk anası, bir de yedi sekiz aylık gebe karısına sordu:
    - Sofra hazır mı Hanım?
    Kadın bana, hoşgeldiniz deyip elimi sıktıktan sonra, kocasına sofranın akşamdanberi hazır olduğunu söyledi.
    Girdiğimiz odada, yemek masası gerçekten hazırdı, elbet rakı şişesi de... Masanın altına sofra bezi yayılmıştı. Arabada bizimle 104
    gelen öbür kişinin de üç çocuklu kadının kardeşi olduğunu eve gelince öğrenmiştim.
    İki canlı kadının bunca hazırlığından sonra karnım tok diye yemek masasına oturmamak çiğlik olurdu. Nasıl olsa yemekten sonra otele gideceğime göre biriki saat bu sıkıntıya katlanabilirdim.
    Yerel yemekler, mezeler gerçekten çok nefisti. Karnındakini saymazsak, üç çocukla o kadının onca yemeği nasıl yaptığına şaşmıştım. Başka bir odaya alınan ya da kapatılan çocukların huysuzlukları, yaramazlıkları sayılmazsa, yemekteki söyleşi pek sıcak de-ğildiyse de pek de soğuk geçmedi. Bir ayak önce canımı otele atmak istediğim için,
    • Müsaadenizle... Eh, artık ben gideyim... dedim.
    Evsahibim şaşkınlıktan açılmış gözleriyle sordu:
    • Nereye?
    • Otele. Beni otele bırakmayacak mısınız? dedim.
    ikisi de yalvarır gibi bir şeyler söylediler ama, ne dediklerini, ne demek istediklerini uzun zaman anlayamadım. Yerli diyalektle şöyle bişeyler söylüyorlardı:
    - Sen beni öldüresen daha eyi ağabey... Beni rezil edeceksen melmekete... Beni on paralık edeceksen... İstanbul'dan bir konuğu gelmiş de evinde ağırlayamamış dedirteceksen... Oy kurban olam ağabey... Böyle bir konuğunu çağırmış, getirtmiş de, sonra başın dan otel odalarına atmış dedirtme bana. Olmaz ağabey, olmaz! Be ni bednam edersin ki, melmekette bir dile düştük mü, çoluk çocuk yedi göbek kurtulamayız bu lekeden... Sen bu evden otele gidersen ben ya kendimi vurup öldürmeliyim, ya kendimi gurbet illere at malıyım. Etme ağabey, beni perperişan etme ağabey...
    Başlangıçta ne dediğini anlayamamıştım. Sonra sonra anlar gibi oldum. Benim gece evinde yatmamı istiyor, otele gitmemi istemiyordu.
    Kendi anlatımıyla beni "otel köşelerine" bırakmak istemiyordu.
    Ne söyleyeceğimizi şaşırdım. O şaşkınlıkla,
    - Sizi rahatsız etmek istemem, otelde kalmam daha uygun... de dim.
    ,- Estağfurullah... Ne rahatsızlığı, hangi rahatsızlık?... Siz yabancı mısınız ki sizden rahatsız olak?
    Teşekkür ettim. Ama evde kalamayacaktım.
    105
    - Biliyorum rahatsız olmayacağınızı... Ama sizi rahatsız edece ğim korkusuyla ben rahatsız olurum.
    Ne desem boş... Bu kez herkesin ayrı ayrı huyu olduğunu, örneğin benim, ayıptır söylemesi, geceleri pijamasız yatmak gibi bir huyum olduğunu, bu nedenle otelde yatmayı yeğlediğimi söyledim.
    Yanıtı hazırdı:
    - İster donla yat, ister donsuz.. Keyfin bilir...
    Ne desem, evsahibinin elinden kurtuluşum yoktu. Sonunda o geceyi evde geçirmeye razı olmuştum. Sabah ola hayır ola. Ertesi sabah, bir yolunu bulup canımı otele atacaktım.
    Evde yatacağım güvencesini alan evsahibim, maksadının beni rahat ettirmek olduğunu söylüyordu. Doğrusu, beni rahat ettirmek istediğinde hiç kuşkum yoktu, ama bu koşullardaki bir evde, otelden daha rahat etmiyeceğimi de biliyordum.
    Yol yorgunluğumu ileri sürerek erken yatmak istediğimi söyledim. Erken dediğim, gecenin birbuçuğüydu. Yatmak istediğimi söylemesem, belki de boş
    sözlerle sabahı edecektim.
    Yatak odası neresiyse oraya gideceğimi sanıyordum. Yatak odası yemek yediğimiz odaymış.
    Yemek masasının üstündekileri bir bir dışarı çıkardılar. Masayı odanın bir köşesine çektiler. Kadın masanın altına serili sofra bezini toplayıp dışarı çıkardı. Sonra iki erkek, dışardan iki şilte getirip üstüste koydular. Daha sonra yastıkları, çarşafı, battaniyeyi, yorganı getirdiler. Yatak hazırdı.
    - Allah rahatlık versin! deyip çekildiler.
    Bisüre evin içini dinledim, helanın boşalmasını bekledim. Tam sessizlik olup el ayak çekilince dışan çıktım. Gürültü etmemek i-çin ayaklarımın ucuna basarak yürüyordum. Karanlık koridorda e-lektrik düğmesini bulmam zor oldu.
    Birden ayaklanma bişey dolandı. O şey her neyse ondan kurtulmak isterken az kaldı yuvarlanıyordum. Ayaklarımın arasında dolanan kedinin üstüne basmışım. Kedi can acısıyla öyle bağırmıştı ki, uyuyanların hepsi uyanmış olmalıydı. Helaya girdim, daha doğrusu hela olduğunu sandığım bir yere girdim.
    Kokusuna bakılırsa girdiğim yer hela olmalıydı, ama görünümü küçük bir ambar, depo gibi bir yerdi. Orda üst üste yığılmış bir sandık, büyükçe bir sepet, bir bisiklet, ciltleri dağılmış
    106
    kitaplar, biri küçük biri büyük leğen, bikaç çift ayakkabı, boş şişeler ve daha bunlar gibi bisürü ıvır zıvır eşya vardı. Bütün bu ıvır zıvır arasında hela öyle bir yere gizlenmişti ki, bitürlü bulamıyordum. Elimden gelse apdest etmekten vazgeçecektim, ama bu olanaksızdı.
    Affedersiniz, çok da sıkışmıştım. îzleye izleye kokunun yoğunlaştığı yere giderek, kutuların, gazete yığını ve kirli çamaşırların arasına ve altına gizlenmiş tuvaleti bulmayı başardım.
    Klozet kırıktı, ama çok sıkıştığımdan benim gözüm kırık mırık görecek gibi değildi.
    Rezervuann zinciri yerine uçkur gibi bişey bağlanmıştı. Ucundan tutup çektim. Çekmekle birlikte, ev zangırdayarak temelinden sarsılmaya başladı. Gerçek bir deprem oluyordu. Ne yapacağımı, nereye kaçacağımı bilemedim. Neyse ki sarsıntı uzun sürmedi. Sarsıntı ve gürültü dinmişti. Onca sarsıntıya, gürültüye karşın depodan bir damla su akmamıştı.
    Şaşkınlıkla helanın kapısını açınca uzun donlanyla yataklarından fırlamış iki erkeği karşımda buldum. Kitapçı,
    • Ah, dedi, size söylemeyi unuttuk, bu helanın su deposu çalış
    maz, sifonu çekince hep böyle gürültülü sesler çıkarır.
    • Salt gürültülü sesler değil, sarsıntı da oldu. Ben deprem olu yor sanmıştım.
    tki uzun donlu adam, bana helanın nasıl temizleneceğini öğretti. Yerde bir kova duruyordu. Kovanın içinde bir oturak vardı. Oturak, kovadan çıkarılacak, kovaya musluktan su doldurulup helaya dökülecekti.
    Konuksever evsahibine,
    - Siz çok haklısınız, dedim, her evin kendine özgü kullanım bi çimi vardır. Bunları size sorup öğrenmeliydim. Suç benim.
    iki uzun donlu adam yatak odalanna giderken bişeyi aynmsa-dım. Bu iki adam aynı odada yatıyor, kadınla üç çocuğu ayn bir o-dada yatıyordu. Çünkü, bulunduğumuz katta, mutfak ve hela kapılarıyla üç oda kapısından başka kapı yoktu.
    Onlar odalanna girince ben de yüzümü yıkamak için lavaboyu aramaya başladım. Lavabo aramakla kolay kolay bulunacak bir yerde değildi, ola ki rastgele... Şansım varmış, uzunca bir aramadan sonra elim lavabonun musluğuna çarptı. Çok şükür, elimi yüzümü yıkamak için musluğu bulmuştum. Ama musluğun çevirgeni
    107
    iple sıkı sıkıya bağlanmıştı. Bir zaman musluğu nasıl açacağım diye düşündüm, ama bir yolunu bulamadım. Musluğun çevirgeni iple bağlıyken bile musluktan su damlıyordu.
    Yavaşça musluğun çe-virgenini çevirdim. Musluktan birden su boşandı, şarıl şarıl su akıyordu. Musluğu kapatmaya çalıştıkça daha çok su fışkınyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım.
    Öylece bırakıp yatmayı düşündüm ama, musluktan akan su lavabodan taşıp yere yayılıyordu.
    Bikaç saat i-çinde bütün ev su içinde kalabilirdi. Kendikendime sövüp sayıyordum, ne diye bu adamın sözüne uyup da evde kalmıştım, ne diye bir otelde yatmak için direnmemiştim!
    Bir zaman muslukla boğuştumsa da boşuna... Üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Sonunda evsahibini uyandırmaktan başka umar bulamadım, iki sesli horultunun geldiği odanın kapısını tıklattım. Yanıt, iki ayrı sesten iki horultuydu.
    Ne olursa olsun evden kaçıp gitmeyi düşünmedim değil. Ama gecenin bu sabaha yakın saatinde bilmediğim bir ilin karanlık sokaklarında nereye gider, oteli nasıl bulurdum...
    Kapıya daha hızlı vurmaya başladım. Biri ince ve ıslıklı, öbürü gemi zinciri boşanır gibi gürültülü horultudan başka yanıt yoktu. Kapıyı açıp gitmekten başka umar yoktu. Öyle yaptım iki erkek bir yatakta koyun koyuna horluyordu. Yarım saat kadar dürtüp dürteledikten sonra uyandırabildim. Kitapçı telaş ve coşku içinde ne olduğunu sordu. Merak edilecek bişey olmadığını, ancak musluktan taşan suyun evi bastığını, çok uğraştımsa da suyu kesmeyi başaramadığımı söyledim. Belki on-onbeş dakika kadar, kim olduğumu, ne dediğimi anlamaya çalıştıktan sonra kitapçıyla akrabası don paça yataktan kalkıp önüme düştüler.
    Helanın döşemesi ayak-bileklerine kadar su dolmuştu, iki adam birden musluğun üstüne atıldı. iple bağlı muslukla aralarında dehşetli bir savaşım başlamıştı. Bu savaşım sonunda, eski ipi çözüp musluğu başka bir iple bağlayarak musluktan akan suyu durdurmayı başardılar.
    Ama bu kez de, musluktan bir bekçi köpeği gibi hırıltı yükselmeye başladı, iki a-dam, yerde göllenmiş suyu akıtmaya çalışırken biyandan da beni yatağıma göndermeye çalışıyordu.
    - Siz haydi uyuyun... Yatın!
    işte böyle, her evin bir özelliği olduğunu bana açıklamaya çalışıyorlardı. Musluk öyle şiddetli hırıltılar çıkarıyordu ki, bu hınltı-108
    lar arasında yatıp uyumam olanaksızdı. Hırıldayan musluk benzin motoru gibi aradabir pat pat patlıyordu. Bu gürültüye tavandan gelen bir gürültü daha eklendi.
    Kitapçı, önemli bişey olmadığını, üst katta oturanların musluğun hırıltısının kesilmesi için tavana sopayla vurduklarını, komşulukta böyle şeylerin olabileceğini, kendilerinin daha bunun gibi ne gürülütlere, hırıltılara katlandığını söylüyordu.
    Bu arada kitapçının karısının sesi duyuldu. Yattığı odadan,
    - Vanayı kapatın! Vanayı kapatın! diye sesleniyordu.
    Hiç kuşkusuz böyle durumlarda yapılması gereken en doğru iş vanayı kapatmaktı ama daha önce vananın yerini bulmak gerekiyordu. Uzun bir aramadan sonra bulunan vanayı kapatınca, hırıltı da, akan su da kesilmişti.
    O gece evsahibi üçüncü kez allah rahatlık versin diyerek beni yatağıma gönderdi. Çok uykum vardı ama o devingen gecenin yorgunluğundan sinirlerim bozulduğu için uyuyamıyordum.
    Tam dalar gibi olurken, o zamana dek hiç duymadığım bir gıcırtıyla uyanıyordum.
    Yattığım yerde uzun zaman bu gıcırtının ne sesi olabileceğini düşündüm. Boğazlanan bir büyükbaş hayvanın yürek paralayan sesi, kağnı tekerleklerinin gıcırtısı, bir sopanın viyola yayları üstünde çıkardığı ses, daha bunlar gibi bişey olabilirdi. Tam uykuya dalar gibi olurken bu sesle sıçrıyordum. Sonunda bir sesin, yattığım oda kapısının çıkardığı gıcırtısının tıpkısı olduğunu anladım. Bütün kapılar açılıp kapandıkça boğazlanan hayvan sesleri çıkararak gıcırdıyordu. Neyse ki sabaha doğru helaya gidiş geliş durmuş, ben de dalar gibi olmuştum ki, bir kedi miyavlamasıyla sıçradım. Bir kedi hem kapıyı dışardan tırmıklıyor, hem sürekli miyavlı-yordu. Bu az önce helaya giderken ayaklarıma dolanan kedi olmalıydı. Benim yattığım odada uyumaya alışık olmalıydı ki, odaya girmek için kapıyı tırmalayıp duruyordu.
    Kedi, inadından vazgeçer diye uzun süre bekledim. Sonunda kedinin inadına yenilip kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz kedi yatağa sıçradı. Bu yatakta yatmaya alışık olmalıydı. Ama ben kediyle koyun koyuna yatmaya alışık değildim. Yatağı kediye bırakıp bisüre sandalyede oturdumsa da sonunda dayanamayıp kedinin koynuna girmek zorunda kaldım. Kedi bu yatağa alışık olmalıydı ki, durumundan hiçbir şikayet belirtisi göstermeden koynuma iyice sokularak kıvrılıp yattı. Ama beşon
    109
    dakika sonra kedinin pireleri vücudumu istila ettiğinden hart hart kaşınmaya başlamıştım.
    Lambayı yakıp iç çamaşırlarımda pire avına başladım. Sonunda, ne yapsam içinden çıkaramadığım yatağı kediye teslim ederek yan çıplak durumda sandalyeye tünedim. Perdeyi aralayıp baktım, hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu. Başımı dirseğime dayayıp uyumaya çalışırken çocuk cıvıltılarıyla uyandım. Evin üç çocuğundan yaşlan dört beş
    gösteren iki afacan odama dalmıştı. Üçüncüsü, yaşı küçük olduğundan anasının koynunda uyuyor olmalıydı. Odama giren çocuklardan biri, niçin don gömlek sandalyeye tünemiş ve niçin yatağa girmemiş olduğumu sordu. Yatakta kedinin yattığını söyledim. Küçüğü, kahkahalar atarak kediyle birlikte yatağa sığmıyor muyum diye sordu.
    - Bak işte böyle! diye yatağa girerek, kediyle yatağın nasıl bölüşüleceğini gösterdi.
    Sinirlerim bozulmuştu. Çocukların çocuk olduklannı unutup,
    - Defolup odanıza gitsenize! diye bağırdım. Odalarının burası ol duğunu, her sabah her saatte annelerinin koynundan çıkıp bu odada kediyle birlikte yatan babalannın koynuna girdiklerini söylediler.
    Bu evde olup biten her şeyi azçok anlıyordum da bütün gece o-danın içinde cirit atan farelere, kedinin niçin ses çıkarmadığını hiç anlamıyordum. Bunu da çocuklardan öğrendim.
    Kediyle fareler bir arada büyüdüklerinden birbirlerine alışıkmışlar. Hatta geçen yıl kedi enciklemiş de, kendi eniklerini emzirirken fare yavrularını da emziriyormuş. Kedinin eniklerini, pazar yerindeki kasap dükkanlarının olduğu yere bırakmışlar.
    Çocukları odadan ve yataktan çıkaramayacağımı anlayınca üstümü başımı giyindim, odanın içinde gezinmeye başladım. Geceki deneyimden sonra hela aralığındaki muslukta yüzümü yıkamaktan korktuğum için böyle bir girişimde bile bulunmadım. Ama vapur düdüğü, fabrikanın işbaşı düdüğü, tiren düdüğü ve azgın köpek hırlaması gibi seslerden musluğun bikaç kez açılıp kapandığım, hela sifonunun çekildiğini anladım.
    Hava iyice aydınlanmıştı, ama ben o evde hep karanlıkta kalmayı yeğlerdim. Çünkü havanın aydınlanmasıyla birlikte kara sinekler ortaya çıktı. O denli çok sinek vardı ki, sineklerden kendimi korumam olası değildi. Sinekler burnuma, gözüme, kulağıma, ağzıma ve özellikle dudaklanma konuyordu. Sineklerden korunmak
    110
    için kendikendimi şamarlamaya başlayınca yataktaki iki kardeşin gülüşmeleri büsbütün sinirlerimi bozdu.
    - Gülecek ne var? diye bağırdım.
    Bu sert çıkışım, çocukların daha çok gülmelerine neden oldu.
    Biraz sonra çocuklar yatakta tepişirlerken kavgaya başladılar. Boşuna onları ayırmaya çalıştım. Neyse ki o sırada kapı tıklatıldı.
    -Buyrun! dedim.
    Çocukların babası günaydın diyerek girdi. Ağlaşan çocuklarını azarlayarak odadan koğdu.
    Niyetim ilk uçakla hemen İstanbul'a dönmekti. Ne yazık ki ilk uçak üç gün sonraydı.
    Az sonra kitapçının akrabası da geldi. İki erkek yer yatağını derleyip toparlayıp dışarı çıkardı.
    Üç çocuk annesi kadın da çocuklarıyla birlikte geldi.
    Kitapçı, gece rahat uyuyup uyumadığımı sordu. Konuk olmanın gereği olarak geceyi çok rahat geçirdiğimi söyledim.
    Evsahibim,
    ^
    - Tabii canım, dedi, ev başka otel başka...
    • Hiç otelle ev bir olur mu... diye ekledi.
    Kitapçı,
    • Bura sizin büyük kentler gibi değil... dedi.
    • Ne gibi? diye sordum.
    Burda saygın konukları otele atmak çok ayıp sayılırmış.
    Kadın, masayı odanın ortasına getirip kahvaltı sofrasını hazırladı.
    İkinci, üçüncü geceki konukluğum ilk geceden farklı değildi. Ancak şu var ki, üçüncü gece uykusuzluktan mı, yoksa bu evin yaşamına alıştığım için mi nedir bilmem, sızıp kalmış, tulum gibi uyumuştum.
    Üçüncü günü o ilden ayrılıyordum. Uçağa beni uğurlarken kitapçı ve akrabası,
    - Bunu saymıyoruz... Sık sık gelin, yine buyrum... Bekleriz! di yorlardı.
    O denli iyi niyetli insanlardı ki, konukseverliklerine teşekkür e-derek, aralarında unutulmaz zamanlar yaşadığımı söylemekle yetindim.
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    İSTİKBALİM OLMASA
    Beyefendiciğim, hal tercümemi yazılı olarak arzetmiştim. Daha teferruatlı mı olsun, buyurdunuz? Başüstüne, arzedeyim efendim. Nasıl? En küçük teferruata kadar...
    Emredersiniz... Anladım, ta küçüklükten başlayarak... Evet, evet, hal tercümesi değil de, hatıratımı nakletmemi emir buyuruyorsunuz. Başüstüne... Hiçbişey saklamadan... Tabii... Ona ne şüphe... Bütün mahrem noktalarına kadar... Evet, evet, teferruatlı... Başüstüne beyim, başüstüne efendim...
    Bendeniz Kanlıca'da doğmuşum. O kadar geriye gitmeyeyim mi, peki efendim, daha beriden başlayayım. Eveet, başımdan geçen büyük ve mühim vakaları... Anladım efendimiz.
    Beyefendi, başımdan geçen ilk büyük vaka Numune-i Terakki mektebindeyken arkadaşlarla olan kavgamdır. Madem ki doğrusunu istiyorsunuz, hayatımda hatırlayabildiğim ilk mühim hadise Minüskül Mehmet'ten yediğim dayaktır. Yooo, ben o dayağı yemezdim, yemezdim ama, o Minüskül Mehmet dua etsin nöbetç: öğretmenine yoksa... Ufak tefek, cılız miliz, sıska bişey olduğundan Minüskül lakabını takmıştık.
    Aşağı yukarı, durun bakayım, evet evet, altmış seneyi geçmiş. Bendeniz sıramda dalmış
    ders çalışırken, ensemde bir tokat pat ladı ki, hâlâ bugünkü gibi hatırlıyorum, gözlerimden ateş fışkır di. Bir de döndüm, bu Minüskül Mehmet... Ben daha sesimi çr karmadan "Ne vuruyorsun be!" diyerek bir tokat da suratıma aş, ketmesin mi? Ama ne tokat beyefendi, o sıska neresinden çıkan yor o tokadı?... "Kim vuruyor?" dedim, demeye kalmadı, "Seı vuruyorsun ya..." diyerek bir tokat daha patlattı. Bütün sınıf d kahkahayla gülüyor. "Kendine gel kardeşim, benim sana vurdu ğum yok," derken, burnuma bir yumruk indirmesiyle bendeni* affedersiniz, kıç üstü yere oturdum. Burnumdan kan boşanıyo: Mehmet
    "Vurmasana be... Şikayet ederim valla!" deyip benden: 98
    zi tekmelemeye başladı. Bir de arkadaş olacaklar, hepsi gülüyor bana... Onlara "Arkadaşlar, ben buna vuruyor muyum, siz söyleyin!" dedim, Minüskül Mehmet "Vuruyorsun ya..." diye yılışarak tekme yumruk tokat girişti.
    Efendim, ben de ona vuracağım ama, vuramıyorum, zira muallim Halit Bey var... Halit Bey olmasa, ben onun pastırmasını çıkarırdım. Ah ne yapayım ki muallim bey var, olmasa, vallahi billahi ben o Minüskül 'ü ayağımın altına alır da çiğneeer çiğner onu nokta yapardım ya, ne yapayım ki muallim bey var, olmasa, ben onu öldürürdüm vallahi... Baktım olmayacak, sınıftan bahçeye kaçtım da Minüskül Mehmet'in elinden kurtuldum. Ah muallim Halit Bey olmasaydı, o zaman görürdü o...
    Efendim, hayatımdaki hatırlayabildiğim ikinci mühim vaka mahalledeki çayırlıkta arkadaşlarla top oynarken başımdan geçti. Geçmiş gün, onbeş onaltı yaşlarımda var yokum. O
    zamanlar a-yaktopu oyunu istanbul'a yeni yeni girmişti. Bendeniz karşı kaleye gol attım, atınca, affedersiniz, Malak Hakkı dediğimiz bir çocuk vardı, huzurunuzda söylemeye hicap ederim, bendenize "hassi!" dedi. "Sensin" dedim, dememle bu Malak Hakkı üstüme atıldı.
    Ben vuramıyorum ki... Bizde aile terbiyesi var, biz aile terbiyesi almışız. Malak Hakkı vuruyor da vuruyor, ağzım burnum çarşamba pazarına döndü. Ben ona bilirdim yapacağımı ama aile terbiyesi... Vallahi ben onu orda pestil gibi ezerdim, ama aile terbiyesi olmasa...
    Kim, ben, bendeniz? Aile terbiyesi olmasa, yerdim onu...
    Hatırlayabildiğim başımdan geçmiş mühim bir vaka da, yirmi yaşlarında delikanlılardık, bigün kahvede tavla oynarken oldu. Tavla oynadığımız, adını unuttum, arkadaş birdenbire tavlayı kaldırıp kafama geçirmez mi... Gözlerimden yıldızlar çıktı, neye uğradığımı şaşırdım, beyefendi. Ben de ona vuracağım, vuracağım a-ma, ah peder olmasa... Bizde pedere saygı büyük. Dua etsin pedere, yoksa ben onu orada çiğ çiğ yerdim. Ah peder olmasa, yoksa peder var... Pederin kulağına gider diye hiç sesimi çıkarmadım, eczaneye gidip başımı sardırdım.
    Sonra efendim, hiç unutmam, bir Sonbahar günüydü. Malum ya gençlik, o zaman bir kızla muaşakamız var. Ailesinden isteteceğim de evleneceğiz. Bir akşam üzeri kırlarda geziniyoruz. Üstümde de kalın bir palto var. Biz dalmış gezinirken çalılann arkasından hop 99
    diye eciş bücüş bir adam çıkıp da kızı elimden almaya kalkmaz mı? Biz adama kız kaptırır mıyız beyfendü... Herifi de görseniz üfür-sem uçacak, başladık kavgaya... Fakat bendenizin sırtında gayet a-ğır ve bol palto var... Paltodan vuramıyorum ki herife... Ah palto olmasa, o zaman görür o, ama ne yapayım ki palto var. Kör olsun paltonun gözü! Herif kızı zorla aldı, çalılıklara sürüklüyor. Kız bendenize 'Tuh sana, sen ne biçim erkeksin!.." diye bir de utanmadan bağırmaz mı? Sanki sırtımdaki koca paltoyu görmüyormuş gibi... Ben de kıza
    "Palto olmasaydı... Ben onu ne yapardım ama" dedim.
    Sonra efendim, gel zaman git zaman, evlendim. Peder de, sizlere ömür, vefat etmişti. Hep bir evde oturuyoruz, annem alt katta, biz hanımla üst kattayız. Geçmiş zaman, şimdi sebebini unuttum, daha evliliğimizin ikinci ayı mı, üçüncü ayı mı ne, bizim refika birden her nedense tehevvüre kapılıp da üstümüze yürümez mi!.. Eline ne geçerse kafama fırlatıyor. Fırlatacak bişey kalmayınca, is-penç horozu gibi tepeme binip saçımı başımı yolmaya, tırmıklamaya, ısırmaya başladı. Bişey değil, aşağı katta annem duyacak. Alt tarafı kadın, beyfendi, elimin tersiyle vursam, yıkılacak. Ah annem olmasa, ben bilirdim ona yapılacak şeyi ama, annem var... Annemin yüzünden hiç sesimi çıkarmadım. Bir ay kadar tedaviden sonra ayrıldık.
    Derken efendim, yaş otuz, otuzbeş... Bir gece yansı bir tıkırtıyla yataktan fırladım ki, odaya hırsız girmiş, dolabı karıştırıyor. Bilsem, uyur gibi yapardım, hırsız olduğunu bilir miyim, bikere sıçramış bulundum. Adam benim uyandığımı görünce üstüme saldırmaz mı!..
    Tam işte yavuz hırsız, evet evet, ev sahibini bastınyor. Herifi de görseniz, bir sıkımhk cam var. Siz olsanız ne yapardınız? Vurursunuz... Ben de vuracağım ama, ya elimde kalırsa, ya ölürse... Sonra kanun? Ah kanun olmasa... Herif seni yorganın altında boğacak. "İmdat!" diye bağırdıkça bastınyor. Boğulmuş gibi yaptım da, herif de evde ne var ne yok aldı gitti. Dua etsin kanuna! Yoksa ben onu ayağımın altına alır, leşini sererdim.
    Sonra ikinci bir kere evlendim. Bir iş için Ankara'ya gidecektim, tireni kaçırdım. Gece eve döndüm. Kanm uyanmasın diye a-yaklanmın ucuna basarak yatak odasına girdim. Madem her şeyi açık açık anlat dediniz, ben de bişey saklamadan anlatacağım.
    Baktım, yatakta bir acaip hareketler var. Yalnız hareket olsa iyi, 100
    ayıptır söylemesi, fısır fısır da konuşuyorlar: "Canım, şekerim, yavrum, hayatım..."
    Birden tepem attı. Namus bu beyefendi, başka şeye benzer mi?... Hemen tabancayı çekip, dan dan dan... ikisini de temizleyeceğim... Tabanca mı?
    Üstümde tabanca yok tabii, taşımam beyfen-di... Olsun... Erkek namusu için yaşar. Dan dan dan... Namusumu temizleyeceğim, gelgeldim, gecenin bir vakti, konu komşu ne oluyor diye uyanıp kalkacak... Ah konu komşu olmasa!... Ben onların ikisini de oracıkta eşşek cennetine göndermez miydim, yoksa komşular var... Dua etsinler komşulara. Hiçbir şey olmamış gibi, ayaklarımın ucuna basarak dışarı çıktım.
    Boşanacaktım beyfendi, evet, iyi tahmin buyurdunuz, velakin tam boşayacaktım, çocuk oldu. Arkadan bir daha...
    Yazlığa taşınmıştık. Bir gece gene karımı, affedersiniz... Evet öyle...
    Uygunsuz vaziyette... Evet annem yok... Evin etrafında da konu komşu yok, yok ama çocuklar var. Ah çocuklar olmasa... Ben bunları bastırınca, sanki onlar bana baskın yapmış gibi herif üstüme yürümez mi, hem de çırılçıplak...
    "Efendi, giyin de gel!" diyorum, anlar mı kudurmuş... Ah çıplak olmasa...
    Elim orasına burasına değiyor Beyfendi... Hem herif saldırıyor, hem de karım. Çocuklar olmasa bilirdim yapacağımı... Ne mi yapardım, ayrılırdım tabii... A-ma neylersiniz ki, çocuklar var da boynum eğri... Bir hafta istira-hatle işi geçiştirdik, sineye çektik. Dua etsinler çocuklara... Yoksa ben onların ikisini de tepelerdim ya...
    Bir mühim vaka da dairede geçmiştir. Müdürden çekmediğim kalmadı.
    Artık o hale geldi ki, bana herkesin içinde hakarete, hatta küfretmeye başladı.
    Dayanılır gibi değil... Şikayet edeceğim, fakat Allah korkusu var, adam ekmeğinden olacak... Allah korkusu olmasa... Bigün de memur arkadaşların içinde tuuu diye suratıma tü-kürmez mi?.. Ne yaparsın... Hicap diye bişey var, hicap olmasa... Artık o hale geldi ki, nerdeyse müdürü boğup öldüreceğim. Öldüreceğim ama, o da beni şikayet edip işten attıracak, hanede evlad-ü ayal var... Ah efendim ah, kör olası hanede evlad-ü ayal olmasa...
    Yoksa ben durur muydum...
    Bigün de dairede, karşıma eshab-ı mesalihten bir kadın gelmiş, yanında da beş yaşlarında kadar bir çocuk... Kadın, nasıl olduysa bişeye kızıp mürekkep hokkasını kafama fırlatmaz mı... Hey Alla-101
    hım... Onlar iki kişi, ben bir kişi... İki kişi olmasalar bilirim yapacağımı... Sonra da kadın olmasa görürdü gününü...
    Neyse efendim, emekliye ayrıldım da kurtuldum şükür... Çocuklardan küçüğü Almanya'da, büyüğü kızdır, çoktan evlendi. Hanım da vefat etti. Şimdi yalnızım...
    Başka mı? Başka başka?... Başka mühim vaka? Haaa, evet...
    Geçenlerde kiracı hiç yoktan üstüme yürüdü, kafama ayakkabı fırlattı. Bakınız hâlâ alnımda izi duruyor... Ah ihtiyarlık... Eskiden olsa, yanında bırakır mıydım...
    Yaşım mı? Yetmişüç efendim... Şimdi zatıalinize gelirken, affedersiniz bir edepsizin taarruzuna uğradım. Neden mi, bilir miyim beyfendi... Edepsizlik işte... Otobüste gidiyorduk, "Çekil karımın arkasından" diye, suratıma bir yumruk indirmez mi?... Bakın hâlâ yeri var, kızarık değil mi?...
    Ne mi yaptım? Ne yapılır beyfendiciğim, benim istikbalim var...
    İstikbalim olmasa ben onu orada sağlam bırakır mıydım... Vallahi billahi alırdım ayağımın altına da gebertirdim. Yoksa istikbal...
    İstikbalim olmasa, görürdü gününü...
    İşte bu kadar beyfendi...
  • Vusala Mammadovahas quoted8 years ago
    SİZİN MEMLEKETTE EŞEK YOK MU?
    Dişi ağrıyor gibi bir eli yüzünde, başını sağa sola sallaya sallaya içeri girdi. Biyandan elini yanağına vuruyor, biyandan da,
    - Tuh rezil olduk, rezil olduk... diyip duruyordu.
    Oysa çok kibar bir adamdır. Kapıdan girer girmez, daha selam bile vermeden "Tuh, rezil olduk..." diye dövünmesine pek şaştım.
    • Hoş geldiniz, dedim, buyrun... Oturun rica ederim...
    • Rezil olduk, rezil...
    • Nasılsınız?
    • Daha nasıl olalım; nasıl olacağımız kaldı mı, rezil olduk işte...
    Tuuu!....
    Başına bir felaket geldi sandım, belki de ailesinden yana bir felaket.
    • Yerin dibine geçtik, iki paralık, iki paralık olduk.
    • Neden, ne oldu da?...
    • Daha ne olsun, bir kart uyuz eşeği adama ikibinbeşyüz liraya sattılar.
    Biraz geri çekilip, dikkatle yüzüne baktım: Yoksa çıldırmış mıydı? Korktuğumu saklayacak değilim. Karımı çağırmaya bahane olsun diye,
    • Bir kahve içer misiniz? dedim.
    • Bırak şimdi kahveyi, dedi, rezil olduk... Bir nalsız kart eşek ikibinbeşyüz lira eder mi?
    • Hiç eşek alıp satmadığımdan bilemeyeceğim...
    • Canım, ben de eşek cambazı değilim ama, bir eşeğin ikibin beşyüz lira etmeyeceğini bilirim...
    • Sinirleriniz mi bozuk sizin?
    • Bozuk ya... Benim sinirim bozulmasın da kimin bozulsun?
    Siz hiç ikibinbeşyüz lira eden eşek gördünüz mü?
    • Aşağı yukarı yirmi yıldan çok oldu, hiç eşek görmedim...
    87
    • Ben size bir eşeğin ikibinbeşyüz lira edip etmeyeceğini soru yorum.
    • Ne diyeyim bilmem ki... Marifetli bir eşekse, belki o kadar eder...
    • Ne marifeti canım efendim, eşek bu.. Nutuk atacak değil ya...
    Basbayağı eşek işte... Üstelik, hem uyuz, hem de kart.. . Adama ikibinbeşyüz liraya sattılar. En kötüsü de ne biliyor musunuz, bu satışa ben alet oldum.
    • Yaaaa... Nasıl oldu bu iş?
    • Ben de onu anlatmaya geldim... istanbul Üniversitesi'nden, Amerika'nın davetlisi olarak karımla gitmiştik ya... Biliyorsunuz, Amerika'da bir yıl kalmıştık.
    • Biliyorum.
    • Amerika'da bir profesörle tanıştım, dost olduk... Bana çok yardım etti. Çok iyiliği oldu. Türkiye'ye dönünce de mektuplaş
    maya devam ettik... Türk dostu, Türkler'i çok seven bir adam...
    Bir mektubunda, bir arkadaşının Türkiye'ye geleceğini, bu arkada şının antika halı uzmanı olduğunu, halı üzerine hazırlayacağı bir kitap için Türkiye'de inceleme ve araştırmalarda bulunacağını yaz dı ve bu mektubunda bu arkadaşına yardım edip edemeyeceğimi soruyordu.
    Ben de, halı uzmanı olan arkadaşı, üniversitenin tatil olduğu aylarda Türkiye'ye gelirse, kendisine memnunlukla elimden gelen yardımı yapacağımı cevabımda bildirdim. Halı uzmanı da önce Hindistan'a, İran'a gidip oralarda inceleme ve araştırmalar yaptıktan sonra Türkiye'ye geleceği için, zaman bana da uygun düşüyordu.
    Halı uzmanı temmuz ayında geldi. Amerikalı profesör arkadaşımdan, benim adresimi, telefon numaramı almış gelirken. Kaldığı otelden bir gün bana telefon etti. Ben de kalkıp otele gittim. Cin gibi bir adam. Alman asıllı bir Amerikalı. Galiba yahudilik de var, belki Alman yahudisi de sonradan Amerikalı olmuş.
    Daha önce dolaştığı yerlerden dört büyük bavul dolusu halı, kilim, heybe getirmiş.
    Bavullarını açıp antikalarını gösterdi. Bunlar, çok eski hali, kilim, heybe parçalarıydı...
    Topladığı parçalardan çok memnun görünüyordu. Bunların, değeri ölçülemeyecek bir hazine olduğunu söylüyordu. Hele, ancak üç karış eninde, beş on ka-88
    nş boyunda bir eski halı parçası vardı, bunun en azından otuzbin dolar değeri olduğunu söylüyordu. Ama o bunu, bir İranlı köylüden bir dolara satın aldığını övünerek anlatıyordu.
    Üstelik İranlı yoksul köylü, bir dolar karşılığı olan dinarlarını eline alınca şaşırmış da, sevincinden dualar etmiş.
    O eski halı parçasının neden bu kadar çok para ettiğini sordum. "Çünkü" dedi, "bu halının her santimetrekaresinden seksen ilmik var. Bu bir şaheserdir." Adeta şehvetli bir istekle durmadan halı üstüne bilgi veriyordu. Şimdiye kadar en çok, santimetrekaresinde yüz ilmik olan bitek halı varmış yeryüzünde, o da bilmem hangi müzedeymiş, bir duvar halısıymış.
    Bir keçe gösterdi, "Bunu elli sente aldım" dedi, keyfinden kurnaz kurnaz gülüyordu. "Bu keçe de en az beşbin dolar eder" dedi.
    "Nasıl bu kadar ucuza alabiliyorsunuz bu kıymetli eşyaları?" dedim.
    "Kırk yıldır bu işle uğraşıyorum" dedi, "bizim de kendimize göre usullerimiz vardır."
    Sonra öyle usuller anlattı ki, şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Halı albümüyle, halı üstüne üç kitap yayınlamış. Dünyadaki en zengin bikaç halı koleksiyonundan birine de o sahipmiş.
    Anadolu gezisine çıktık. İl il, ilçe ilçe dolaşıyorduk. Camilerdeki, kendince değerli bulduğu halılann renkli fotoğraflarını çekiyor, durmadan notlar alıyordu. Bikaç kişiden eski heybeler, halılar, keçeler, kilimler de satın aldı. Söylediğine göre burda aldıkları, Hindistan'da, Afganistan'da, Çin Türkmenistan'ında, İran'da aldıklarının yanında hiç kalırmış.
    "Çok değerli Türk halıları da vardır a-ma, hiç rastlamıyoruz" dedi.
    Arkeolojik kazılar yapılan bir bölgeye geldiik. Bir Amerikan, bir de Alman arkeoloji heyeti, beş on kilometre arayla kamp kurmuşlar, kazı yapıyorlar. Yerin altını üstüne getirmişler, dağlan tepeleri hallaç pamuğu gibi atmışlar. Tepeler unufak olmuş, toprak tiftiği atılmış.
    Kazı yapılan yer, aşağı yukan bir kasaba genişliğinde. Biçok çadırlar kurulmuş. Buralarda, İsa'dan önce onuncu yüzyıldan günümüze kadar bikaç uygarlık, toprağın altında üstüsteymiş.
    Yerin altından bir değil, bikaç şehir çıkarmışlar, saraylar, mezarlar filan...
    Çok ilginç bir yer olduğu için, tarihe ve arkeolojiye meraklı tu-89
    rist arabaları buralarda cirit atıyor. Her iki üç kilometrede bir, beş on turiste rastlanıyor.
    Kazı yapılan yerlerin dolaylarındaki köylüler de buraya dolmuşlar, yeraltından bulup çıkardıkları tarihi, arkeolojik çanak çömlek parçalarını turistlere satıyorlar. Turistler bunları kapışıyor. Köylü çocuklar bile yol boylarına dizilmişler, turistlere, yeraltından çıkardıkları halkaları, yazılı taşlan, kırık vazo parçalarını satıyorlar. Küçük küçük yalınayak kızlar oğlanlar "Van dalır", "Tuu dalır..." diye çığrışarak turistlerin üstlerine koşuyorlar.
    Nasıl olsa buralara kadar gelmişken, ben de hatıra olsun diye bişey alayım dedim. Ancak on yaşında görünen sarı saçlı bir kızın elinde bir vazo kulpu, yanındaki oğlanın elinde de adam kafası biçiminde küçük bir mavi taş vardı. Bu mavi taşın bir yüzük taşı olabileceğini düşündüm.
    - Kaça yavrum onlar?... dedim.
    Kız vazo kulpuna kırk lira, oğlan da insan kafası biçimindeki mavi taşa onbeş lira istedi.
    Bildiğimden değil ya, ucuz alayım diye,
    - Pahalı... dedim.
    Kızla oğlan, büyük bir adam gibi anlatmaya başladılar. Hiç pahalı olur muymuş!
    Babası günlerce toprağı kazmış da, yerin beş metre altında bulmuşlar onları.
    Alacaktım. Ama halı uzmanı Amerikalı arkadaşım, bunların ne tarihi, ne arkeolojik değerleri olduğunu anlattıktan sonra Doğu'da gezip dolaştığı her yerde durumun aynı olduğunu söyledi: "Oralarda da tıpkı böyle işte. Turistlerin uğrağı olan kazı yerlerinde köylüler, kadını erkeği, çoluk çocuk turistlerin önlerini keserler. Ellerine ne geçmişse, antika diye yuttururlar."
    Bu kurnaz köylüler, eski eserleri öylesine ustalıkla taklit ederlermiş ki, ünlü arkeologlar bile aldanır, ora köylülerinden yüksek fiyatla bunları satın alıp kazıklanırlarmış. Hatta bir Amerikalı turiste, tüylerini tıraş ettikleri bir çoban köpeği leşini, kral mumyası diye yuttururlarmış. Bu dalavereleri anlatırken kıh kıh diye sesler çıkararak kurnaz kurnaz gülüyordu. Ama sahteci köylülerin yaptıkları bu taklit eşya da yabana atılır şeyler değilmiş
    yani, büyük hüner, ustalık işiymiş. Mesela demin çocuğun elinde gördüğünüz, 90
    insan kafası biçimindeki küçücük mavi taş... Kolay mı, böyle bir iş yapmak...
    Kiraladığımız cipte gidiyorduk. Hava da çok sıcak... Yol üstünde iki üç kavak ağacı bir de kuyu gördük. Gölgede yemeklerimizi yiyecektik. Kavağın gölgesine uzanmış yaşlı bir köylü uyukluyordu. Köylünün az ötesinde de bir eşek oturuyordu.
    Yaşlı köylüyle selamlaştık, konuşmaya başladık. Köylünün sözlerini Ingilizceye çevirip Amerikalı'ya aktanyordum.
    • Buradaki köylerde ne yetişir daha çok?
    • Hiç de bişey yetişmez... dedi. Eskiden ekim biçim vardı, tahıl yetişirdi. Ama bu kazılar başlayalı beri, var bir yirmi senedir, köy lü iyice tembelleşti, hiçbişey ekmez oldu gayri...
    Amerikalı,
    • Aynen başka yerler de böyle, dedi.
    Yaşlı adama,
    • Peki neyle geçinir köylü? diye sordum.
    - Yerin altından çanak çömlek kırığı, taş maş parçalan çıkart mak moda olduğundan beri, köylüler işi boşladılar, kazmayı kapan kazdı toprağı, ne bulduysa, ne çıkardıysa, buralara doluşan ecnebi lere sattı boyuna...
    Amerikalı,
    - Aynen,başka yerlerde olduğu gibi... dedi.
    Köylü,
    - Bizim bura insanları çok bir alçaktırlar, dedi, memleketin bü tün hazinelerini yok fiyatına sattılar ecnebiyeye... Toprakların al tında öyle taş direkler, mezarlar çıktı ki, bunlan değerini bulup sa-taymışız, daha böyle on Türkiye yeniden kurulurmuş. Bu senin ec nebiye dediğin de kimler? Hepsi hırsız... Toprağın altından çıkan antikaları çalıp çalıp kaçırdılar... Burdan kaçırdıklarını götürüp kendi memleketlerine koca koca şehirler kurmuşlar yeniden onlar la... Kimisi kendi kazıp çıkardı, kimisi köylünün çıkardığını, kandınp elinden bedavaya aldı...
    Amerikalı,
    • Aynen, başka yerlerde de böyle olmuştur... dedi.
    • Artık, dedi, toprağın altında da çıkaracak bir bok kalmadı...
    Varsa da kulak asma, hükümet gözünü açtı gayrı, kimseye bişey kaptırmıyor. Bu ecnebiye eğer gene çalıyorsa, hükümetten çahyor-91
    dur. Ula ki, hükümet kendisi satıyordur değer tıyatına... Amerikalı,
    • Evet, dedi, aynen başka yerlerde de böyle olmuştur.
    • Öyleyse köylüler şimdi nasıl geçiniyor?
    • Sonra... Buralarda altı köy vardır. Evlerine git, bir çul çaput parçası bile bulamazsın, ne bardak, ne desti, ne çanak... Hepsinin evi tamtakır...
    • Neden?
    • Neden olacak, bu turistlere satıyorlar. Evlerde bir kıymık kal madı. Her neleri varsa hepsini antikaya çevirip satıyorlar. Toprağın altında çürütüp, paslandırıp, bozuk antikaya çeviriyorlar. Bizim bura insanının ahlakı iyice bozuldu bey. Geçen gün, bacak kadar bir oğlan, bir de baktım, benim eşeğin boynundan boncukları çalı yor. Boncuklan çalıp da toprağa gömecek, anladın mı, sonra top raktan çıkarıp antika diye yutturacak... Evlerde gelinlik kızlar hep antikacı kesildi, parmak kadar bir taş eline geçiren, kesip oyup, ol madık hüner çıkarıyor ortaya... Eşek nalından madalya, eski para yapıyorlar.
    Amerikalı,
    - Ben size söylemiştim ya, dedi, başka yerlerde de aynen böyle dir.
    Yaşlı köylüye,
    • Sen nasıl geçiniyorsun, ne iş yapıyorsun? dedim.
    • Ben eşek alıp satarım... dedi.
    Bunu söylerken de, kuyudan su çekip, kuyu yalağında eşeğine su verdi. Eşek su içerken Amerikalı birden fırladı eşeğin yanına gitti. Biz köylüyle konuşuyorduk.
    • Eşek ticaretiyle geçinebiliyor musun?
    • Hamdolsun... Beş senedir bu işle geçinirim, şükürler olsun...
    • Ne kazanırsın mesela?
    • Hiç belli olmaz.. Eşeğine göre...
    • Bir eşeği ne kadar zamanda satabilirsin?...
    • Hiç belli olmaz... Bazı bakarsın, üç ay, beş ay eşek satılmaz, elinde kalır... bazı da bakarsın bir günde beş eşek birden satılmış...
    Amerikalı yanıma geldi. Pek heyecanlıydı.
    - Aman, dedi, aman... Eşeğin üstünde bir halı parçası var, gör dün mü?
    ingilizce konuştuğu için köylü anlamıyordu. Eşeğin sırtında eski püskü, çamurdan bir çul vardı...
    • Şu pis bez mi? dedim.
    • Aman, dedi, bu bir harika, bir şaheser... Demindenberi siz burda konuşurken, ben o halıyı inceliyordum. Renkler de, desen de harika, işçilik fevkalade.... Santimetrekaresinde tam yüzyirmi il mik var. Dünyada böyle bişey görülmemiş, emsalsiz bişey...
    • Satın alacak mısınız? dedim.
    • Evet, ama... dedi, köylü halıyı alacağımı anlamasın... Ben bunları çok iyi bilirim. Atacakları eski, yırtık çarığı satın almaya kalksan, demek bunun kıymeti varmış, demek antikaymış diye dünyanın parasını isterler. İstedikleri bişey değil, ne kadar para versen gözleri doymaz, fiyatı yükseltirler boyuna... Onun için köy lüye çaktırmayalım...
    O sırada yaşlı köylü,
    • Ne dangırdıyor gavur, fan fing ediyorsunuz... dedi.
    • Hiç, dedim, buralarını çok sevmiş de...
    - Sevilecek nesi var buralarının, kel kıraç tepeler işte...
    Amerikalı,
    • Ben size ucuza satın alma metodlanm var demiştim ya, bakın şimdi bir metod kullanacağım., dedi.
    • Nasıl?
    • Halıya istekli olmayacağız, eşeği satın alacağız. Tabii bu köylü halının kıymetini bilemediğinden, biz eşeği alınca eski çulu da eşe ğin sırtında bırakacak... Biz sonra halıyı alır, az ilerde eşeği salıveri riz. Siz şimdi benim eşeği satın almak istediğimi söyleyin köylüye...
    Köylüye,
    • Sen eşek satıyordun değil mi? dedim.
    • Hee, eşek satıyorum... dedi.
    • Mesela bu eşeği kaça satarsın?
    • Alıcısına göre...
    - Biz alıcı olsak...
    Güldü.
    • Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Sizin gibi bey takımı eşeği n'idecek?
    • Ne yapacaksın sen canım... Alalım biz bu eşeği. Kaça vere ceksin?
    93
    • Alıcısına göre, dedik ya... Sen mi alacaksın, yoksa bu gavur mu?• O alacak...
    • Ne milletten o herif?
    • Amerikalı...
    • Hımmmm... Yabancı değelmiş, bizden sayılır... Yahu, bu ga yetle kart bir eşektir, söyle ona, bu eşek işine yaramaz.
    Amerikalıya söyledim.
    • Aman çok iyi, demek ucuza verecek... dedi.
    • Kart olsun, razı o...
    • Amerikalı'ya ayıp olur canım, sonra herif memleketine gider de Türkler beni kazıkladı, der.
    Amerikalı'ya söyledim.
    - Türk köylüsü çok saf, çok doğru insan... dedi, başka yerlerde olsa hemen satarlardı. Madem ki o bu kadar iyi kalpli bir adam, ben de ona çok para vereceğim.
    Köylüye,
    • Amerikalı razı... dedim.
    • İyi ama Bey, bu eşek Amerika'ya varmadan yolda ölür. Hemi de bu eşek uyuzdur gayetle, her bir yanı vıcık uyuz...
    • Sana ne canım, istiyor adam...
    • Allah Allah... Yahu, bu kancık eşek değel ki bir işine yara sın.. Ne yapacak bu uyuz kart eşeği?
    • Nene gerek senin? ... Sen alacağın paraya bak... Kaça veriyor sun şimdi bu eşeği?
    Köylü,
    - Çok merak ettim, dedi, hele bir sor o Amerikalı efendiye, onun memleketinde hiç eşek yok muymuş...
    • Sizin memlekette eşek yok mu, diye soruyor.
    Amerikalı biraz düşündükten sonra,
    • Var ama, dedi, böylesi yokmuş, deyiniz...
    Köylüye söyledim.
    • Hımmmm.... Demek Amerikan eşeğini beğenmiyor da Türk
    eşeğine meraklı. Eh ne yapalım, benden günah gitti... Ben eşeğir herbi kusurunu saydım. Şimdi ecnebiyeden bir herifin hatırını kıra cak değiliz ya, bir uyuz eşek için... Satalım öyleyse...
    • Kaça?
    94
    • Sizin için onbine olur...
    • Nee? Deli misin sen yahu, çıldırdın mı? En halis Arap cinsi koşu atı iki üç bin lira...
    - Öyleyse eşeği nidecek, koşu atı alsın en halisinden...
    Amerikalı'ya adamın onbin lira istediğini söyleyince,
    - Ben demedim mi, dedi, alıcı oldun mu, bunlar böyledir işte...
    Demek kıymeti yüksekmiş diye çok para isterler. Ya halıyı almaya kalksaydık, yüzbin lira isterdi. Şimdi ben bu eşeğe onbin lira veri rim. Ama, vermeye kalksam, ellibin ister... Onun için sıkı pazarlık etmeli..
    Köylüye,
    • Doğru söyle dedim, sen bu eşeği kaça aldın?
    • Bende yalan yok, dedi, bak şimdi abdestliyim, yalan söyleye cek değilim ya... Ben bu eşeği, derisinden çarıklık çıkarmak için beş liraya aldım. Nasıl olsa bugün yarın geberir, ben de derisini yüzerim... Başka da bir işe yaramaz...
    • insaf yahu... Beş liraya aldığın eşeği, nasıl onbin liraya satma ya kalkıyorsun?
    • Canım biz satıcı olmadık, siz alıcı oldunuz.. Kart dedim, ol sun diyor adam. Uyuz dedim, razı.. Kancık değil dedim, gene isti yor. Yarına çıkmaz ölür dedim, iyi diyor gene... Hele az daha unu tacaktım, topal da bu eşek, ard ayağı aksar bunun...
    • Olsun..
    • Gördün mü? Demek bir kıymeti, bir kerameti var bu eşeğin benim anlayamadığım. Yoksa bu Amerikalı gavuru, ne diye uyuz ve de kart ve de erkek ve de topal bir eşeği almaya kalksın... Değil mi? Onbin... Aşağı kurtarmaz... Veremem...
    Amerikalı'ya,
    - Aşağı inmiyor, verelim mi onbini?... dedim.
    İki saat pazarlık ettik. Arada bir vazgeçmiş gibi görünüp yürüdük. O hiç aldırmadı. Dönüp geldik yanına...
    • Döneceğinizi biliyordum ben sizin... dedi.
    • Nerden biliyorsun? dedim.
    - Bilinmez mi canım? Böyle bir kelepir eşek düşürmüşsünüz, kaçıracak değilsiniz ya...
    Cipin şoförüne, cipi götürüp, ilerde yol üstünde bizi beklemesini söyledim. Eşeği orda başıboş bırakıp cipe binecektik.
    95
    Neyse efendim, çekişe çekişe pazarlıktan sonra ikibinbeşyüz liraya uyuştuk. Paralan saydık eline. Köylü de, sırtındaki çulu alıp eşeğin yularını elimize verdi.
    - Haydi hayrını görün! dedi.
    Sonra da ekledi:
    - Herhal ucuz gitti bizim kart uyuz eşek ya, neyse... Malın hayı-nm görün.
    Amerikalı'nın gözleri açılmış, köylünün elindeki halı parçasına bakıyordu. Şimdi ne olacak?
    - Aman belli etmeyelim, dedi, eşeği alıp biraz gidelim, sonra hiç umursamazdan gelip dönelim, "Aman eşeğin beli üşür, şu çulu ver de üstüne örtelim" diyelim... Adam, asıl halı parçasını istediği mizi sakın anlamasın...
    Eşeği ipinden tutup yürüdük. Yürüdük dedimse lafın gelişi, biraz zor yürüdük...
    Amerikalı arkadan iter, en önden çekerim, eşek yine de yürümez bitürlü... Kart eşekte yürüyecek derman kalmamış... Halıyı köylünün elinden kurtarsak bir, eşeği bırakıp savuşacağız...
    Eşeği ite kaka, yirmi otuz adım açıldık, köylü arkamızdan seslenerek seğirtti:
    - Durun, durun, eşeğin şeyi kalmış...
    Aman! Adam çulu kendiliğinden getiriyor diye bir sevindi ki... Adam koşup geldi, tepeyi aştı:
    - Yahu, dedi, eşeğin kazık demirini unuttunuz. Amerika'ya gö türünce bu eşeğin bağını nereye çakacaksınız? Düşünmezsiniz: Hiç kazıksız eşek alınır mı? Acemi olduğunuz nasıl da belli...
    Ucu halkalı demir kazığı da aldık elinden... Amerikalı bana:
    - Hadi sırası, şimdi de halıyı iste... Aman belli etme... "Şu pis çulu da veriver" de...
    Köylüye,
    • Bu eşek çok zayıf, hastalıklı da... Üşüyecek yazık, dedim. Sen hayvanın üstüne eski bir çul örtmüştün, o pis çulu ver de üstüne atalım...
    • Yooo, dedi, çulu veremem... Siz benden eşeği aldınız, çulu de ğil...
    • Evet, eşeği aldık... Çulu da üstüne örtelim. Zaten eski, pis...
    Para da etmez.
    96 • Evet, eski ve de pis... Ve de para etmez... Ama veremem.
    • Neye?
    • Veremem beyim... Baba yadigarı bir çuldur, verilmez... Ata dan dededen kalma bir hatıra... Veremem...
    Amerikalı'ya "Vermiyor, babadan kalma yadigarmış" dedim. "Ne işine yararmış sanki, sor bakalım" dedi.
    - Bu pis çul parçası ne işe yarar sanki... dedim...
    Köylü birden ciddileşti:
    • Ne demek ne işime yarar, şimdi bir başka uyuz eşek alıp sırtı na koyacağım. Kısmetim varsa, sizin gibi bir meraklısını bulur, Allahın izniyle onu da satarım. Bu çul bana uğur getirir, uğur... Ben size kazığı da üste bedavadan verdim. Ona bişey dedim mi?
    • Canım çula da bikaç kuruş verip alalım, örtelim hayvana...
    • Amma yaptın. Sonra ben eşekleri nasıl satacağım?... Beş yıl dır kart uyuz eşekleri hep bu çul sayesinde satıyorum... Hadi güle güle... Vann malın hayrını görün...
    Amerikalı'nın yüreğine inecek diye korktum. Koluna girdim. Köylü bikaç adım açıldıktan sonra uzaktan seslendi:
    - Eşeği bırakacaksanız, zahmet edip uzağa götürüp bırakmayın da hiç mi değil, yorulmayayım...
    Eşeği orada bırakıp, cipin olduğu yere kadar yürüdük. Amerikalı halı uzmanı,
    - Başka yerlerde işte bu yoktu, hiç başıma gelmemişti, dedi, hepsi aynen, ama bu başka numara...
    Cipe bindik. Kazık hâlâ elindeydi. Onu elinden atmıyordu.
    • Ne yapacaksınız bu demir kazığı? dedim.
    • Hatıra olarak bu kazığı, halı koleksiyonuma koyacağım, dedi, kıymetli bir kazık, ikibinbeşyüze çok ucuz aldık...
    • Yaaaa, rezil olduk âleme, rezil.... Tuuuh...
    "Rezil olduk" diye diye elini başına vurup duruyordu.
fb2epub
Drag & drop your files (not more than 5 at once)